İnsanlık Tarihindeki Karanlık Nokta: Adolf Hitler'in Hikayesi

2Nzd...aHc7
16 Feb 2024
40



Not: Böylesine klişe bir konuyu farklı bir açıdan nasıl ele alabilirim diye düşündüm. Sözlüğe bakarken Hitler’in aldığı kararların pek incelenmediği sonucuna ulaştım ve böyle bir yazı yazdım. Ancak korkuyorum yine de. Umarım Hitler konusunda bıkkınlık getiren yazıların arasına girmez. Başlayalım.
Adolf Hitler çok zeki olmasa da uyanık bir insan ki 1920’nin Almanya’sında zeki olmanın bir karşılığı yok. (Bu gerçeği kafasında canlandıramayan varsa çok uzağa gitmesine gerek yok. Günümüz Türkiye’sinde de aynı şey geçerli). Birinci dünya savaşından tam bir hezimetle ayrılmış ve aşağılanmış, sağ ve sol hareketlerin çok radikal bir şekilde çarpıştığı ülkede organizasyon yeteneği güçlü olan, kitlelerin kanına girecek kişi iktidarı ele geçirecekti, öyle de oldu. Sağcısı veya solcusu fark etmez kimse cumhuriyet istemiyordu o dönemde. Hitler’in en büyük başarılarından birisi yaşanan bu kaos ortamında halkın sorunlarını belli bir yere yönlendirmesi ve ona isim bulabilmesiydi. Bir rahatsızlığınız varsa buna bir tanı konulmasını istersiniz; çıkan şey kötü bile olsa ne olduğunu en azından biliyorsunuzdur ve bu sizi rahatlatır. Hitler belki isteyerek belki istemeyerek bunu gerçekleştirdi ve bu tamamen onun başarısıdır. Ekonomi başta olmak üzere hemen her konuda acı çeken ve artık tükenme noktasına gelen bir kitleyi yeniden canlandırmak, yaşanan problemi tanımlamaktan geçiyordu. Zaten akmak için fırsat bekleyen enerji, Hitler sayesinde yolunu bulmuştu. Bolşevizm karşıtlığı, Yahudi düşmanlığı ve genleri Prusya’ya kadar uzanan yayılma politikası, kaosun ortasında kalmış Alman halkı için can simidiydi; yaşanan felaketin sorumluluğu kolayca başka etkenlere atılabilirdi.

Yaşanan felaketten başkalarını sorumlu tutma davranışı hemen her insanın bir refleksidir. Siyaset arenasında bunu ilk uygulayan isimlerden birisi Hitler’di ve bu da onun bir başarısıdır. O zamanın şartlarında bu daha önce denenmemiş bir şeydi; insanların suçu elbette başkalarına atma eğilimi gösteriyordu ancak kitlesel bir boşalmanın önünü açan ilk isim Hitler’di.
Hitler’in iktidar yolculuğu çoğu kaynak tarafından bir başarı öyküsü gibi anlatılır ama ben bunun abartı olduğunu düşünüyorum. Hitler’in siyaset arenasında ciddi bir rakibi yoktu. Bolşevizm’in Almanya’da iktidarı ele geçirecek kadar güçlü olduğu 1918–1925 yılları arasında Hitler’in partisi kimsenin ciddiye almadığı bir oluşumdu. Sosyalist hareket gücünü kaybettiğinde, Hitler’e rakip olabilecek parti de kalmamıştı. Dişli sayılabilecek tek grup, muhafazakar partiydi. Dinamizmini de muhafazakar görüşten alan partiler güçlü bir lider çıkarmadan iktidara gelemezler. Ülkede ciddiye alınabilecek iki grubun içinde bir lider potansiyeline sahip olanlar Nazilerdi ve bu onları iktidara taşıdı.
Hitler’in muhteşem bir hatip olduğu ve halk tarafından ölümüne desteklendiği de doğru değildir ayrıca. Nasyonal Sosyalistlerin seçimlerde ulaştığı en büyük sayı %37’dir. Onları iktidara taşıyan sebepler şunlardı; Hitler’in Bolşevizm ile savaşıyor olması (Hindenburg bu gerçeği gördüğü için onu Şansöyle olarak atamıştı), ülkede son dört yıldır ciddi bir otoritenin olmaması ve halkın bundan bezmesi, devrimcilerin başarısızlığı, Hitler ve partisinin aşağılanan Alman halkına yeni bir davadan bahsetmesiydi. Bütün bunlar elbette bir başarı sayılabilir ancak Hitler’in ciddi bir rakibinin olmadığı gerçeği de göz önünde bulundurulmalı.

Hitler’in en başından beri iki ana planı vardı; Doğu’ya doğru genişlemek ve Yahudileri yok etmek. Başından beri amaçladığı buydu. İktidara gelmesinin ardından çok kısa bir süre içinde sorunları çözdü. Özellikle ekonomi konusunda Almanya’yı eski günlerine çeviren Hitler’dir. Her ne kadar günün koşulları böyle bir gelişimi müsait kılsa da bu tamamen Hitler’in başarısıdır. Kısa sürede devrimci ögelerin tamamını yok etti, sendikaları kapattı. Yalnız bu konuda, özellikle solcuların düştüğü bir hatayı dile getirmek istiyorum: Hitler yüzde yüz bir faşist değildi. Daha doğrusu anti-sosyalist değildi. Sosyalizm eğer halkın yararına bir şeyler yapmaksa, onların temel ihtiyaçlarını ivedi bir şekilde karşılamaksa sizin için, Hitler’in iyi bir sosyalistten farkı yoktu. Ekonomiyi tamamen düzeltti, işsizliği sıfıra indirdi, en fakir Alman halkının bile alabileceği araba üretti, işçilerin deniz kenarında bedava tatil yapmasına olanak sağladı, köylüyü ve işçiyi operayla, sinemayla, tiyatroyla tanıştırdı. Tüm bunlara ek olarak bu adam ‘yol yaptı’. Bugün bu lafı duyduğumuzda gülüyoruz ve dalga geçiyoruz. Yaşadığımız ülkenin konjonktürüne göre bu alay edilesi bir şey olabilir ancak 1900’lü yıllarda ulaşım ağı çok önemliydi. Ulaşım tarih boyunca medeniyetin simgesi olmuştur ve bu kavram günümüzde pek önem teşkil etmese de tarihsel açıdan hayati derecede mühimdir. Tren yolları projesi SSCB’nin en büyük icraatlarından birisidir örneğin; ulaşım sosyalizmdir. Roma’yı büyük yapan en büyük etkenlerden birisi de budur. ‘Bütün yollar Roma’ya çıkar’ sözü de buradan gelmiştir. Hülasa Hitler’i eleştireceksek eleştirelim, onu kötüleyeceksek kötüleyelim ancak o dönemde sosyal devlet dendiği zaman akla ilk gelen ülkelerden birisinin Almanya olduğunu da unutmayalım. İktidara geldiği 1933 yılından savaşın başladı 1939’a kadar Hitler, sosyal devlet tanımına tamamen uyan bir ülke yarattı. Evet tüm bunların içinde muazzam derecede Nazi propagandası vardı. Ancak o dönem propagandanın malzemesi olmayan bir konu yoktu. En komünist ülke olan SSCB de aynısını yapıyordu. Bugün markalar çağında yaşıyoruz. Bütün markalar en iyisi olduğunu iddia edip kitleleri yönlendirmeye çabalıyor. Bugünün markaları neyse 1900’lü yıllarda da ideoloji oydu. Propaganda ideolojiye içkin bir kavramdı.
Hitler’in en büyük başarılarından birisi de motorize birliğin önemini kavramasıydı. Bugün Nazilerin en büyük silahı olarak adlandırdığımız panzer birliklerinin çoğalmasını isteyen, bu konuda askeri üretimin arttırılmasını isteyen adam Hitler’di ve yarattığı bu savaş makinesi dünyanın en büyük üç devletine kafa tuttu. Askeriyenin muhafazakar kanadına karşı çıkmak herkesin yapacağı bir iş değildir. Ancak o bu cesareti gösterdi.


Savaşmak her zaman Hitler’in en büyük amacıydı ve iktidara geldiği 1933 yılından itibaren bu amaç için hazırlandı. Daha 1935 yılındayken mitinginde ‘Günü geldiğinde hepinizi yanımda görmek istiyorum’ diyordu. Harp Hitler’in var olma sebebiydi çünkü netti. Sevgisiz büyümüş, hiçbir şekilde arkadaş veya sevgili edinmemiş ve hayatı güzelleştiren herhangi bir eylemde bulunmamış insanlar için savaşmak tek gerçektir; siyah ya da beyazdır, ya mahvolursun ya kazanırsın. Herhangi bir sürüncemede kalmadan cenk edersin. Hitler’in istediği de buydu; ’50 yaşına geldim ve şimdi istiyorum bu savaşı’ diyordu. Hayatın bu kadar kesin çizgilerle belirlenmiş olması, onu ölümle arasında bir bağ kurmaya itti. İntihar etmek Hitler’in sürekli dile getirdiği bir şeydi. Olası bir başarısızlıkta gözünü kırpmadan kendisini öldüreceğini söyleyip duruyordu. Son günlerde kendisini öldüreceğini söylediğinde kimse buna şaşırmadı bile. Sevgisiz büyümüş, sürekli başarısız olmuş bu tip psikolojik vakalar, bir süre sonra kendi hayatlarıyla başkalarının yaşamı arasında bir fark göremezler. Psikolojik problemleri olan insanlara arkadaş edinme tavsiyesi verilir genelde; bunun nedeni hastanın kendi dünyasından kurtulmasını sağlamaktır. Onda bu yoktu; yakın arkadaşı geçtim herhangi bir dostu dahi hiçbir zaman olmamıştı. Bu nedenle kitlelerin de kendisiyle aynı kaderi paylaşmasında bir sakınca görmüyordu. Çünkü o ayrımı yapacak melekeden yoksundu. Savaşın sonunda yenildiğini anlayınca; ‘Tüm Almanların yeryüzünden silinmesi gerektiğini’ söylüyordu.
Hitler’in uyanık olduğundan bahsetmiştim. Savaş başlayana kadar gerçekleştirilen eylemlerde bu uyanıklığı görüyoruz. Uluslararası antlaşmaları yavaş yavaş bozan Hitler, İngiltere’nin ve Fransa’nın savaştan yorgun çıktığını, ekonomik anlamda yeni yeni kendine geldiklerini biliyordu. Birkaç ufak ihlalden savaşın çıkmayacağını biliyordu. Bu nedenle yasakları delmeye başladı; asker sayısını arttırıldı, Rheinland bölgesine asker çıkarıldı, 1938’de Avusturya ilhak edildi, kısa süre sonra Südet bölgesi ilhak edildi, 1939’a gelindiğinde Bohemya ve Moravya himaye altına alındı. Bütün bunlar kar topu etkisi gibi gerçekleşti; yavaş ama gittikçe büyüyen bir dalga artık Avrupa’yı tehdit etmeye başladı. İngiltere ve Fransa’nın bunlara ses çıkaramayacağını öngören kişi Hitler’di ve tahmini doğru çıktı. Polonya’nın işgalinde de aynı şeyi düşündü ama yanılmıştı. Başından beri ne Fransa ile ne de İngiltere ile savaşmak istemiyordu. Onun amacı doğuyu ele geçirmekti çünkü buranın Almanlara ait oluğunu düşünüyordu.
Fransa’nın işgali söz konusu olduğunda yine aslan payını Hitler’e vermek gerekiyor. Hitler bu işgal planını generalleriyle paylaştığında, muhafazakar grubun olumsuz tepkisiyle karşılaştı. Bu grup Fransa’nın işgal edilmesine imkansız gözüyle bakıyordu ve Hitler’in önüne bilerek başarısız planlar konuldu. Bu muhafazakar gruba karşılık yeni bir planla gelen Manstein führer ile konuşma fırsatı yakaladı ve planını ona kabul ettirdi. Fransa’yı generaller işgal etmişti ancak muhafazakar gruba karşı Manstein’in planının uygulanmasını isteyen kişi Hitler’di. Kararlılığı zaferi getirdi.
Savaş başladıktan yaklaşık iki sene içinde Hitler tüm Avrupa’ya hükmediyordu. Buraya kadar her şeyi doğru yapan lider, havadan bırakılan bir cisim gibi yere düşmeye başladı. Hitler’in savaş kariyeri 1939’dan 1941’e kadar hızlı bir yükseliş, 1941’in ortalarından ölümüne kadar geçen sürede de muazzam bir düşüş gösterir. Ne olmuştu da iki yılda her aldığı kararda başarılı olan adam, bir anda her konuda yanlış kararlar vermeye başladı? Bu sorunun cevabı Hitler’in nasıl iktidara geldiği sorusuyla aynıdır: Ortada ona karşı koyabilecek Fransa dışında ciddi bir rakip yoktu. Fransa da eski günlerinden uzaktı; savaş başladığında 1918 yılında Almanlara karşı gösterdikleri savunmanın tekrarlanacağını düşünüyordu herkes. Ancak böyle olmadı. 42 günde Fransa gibi bir ülkeyi işgal etmek kesinlikle bir başarıdır. Lakin bu ülkenin eski günlerinde olmadığını bilmek de gerekiyor. İngiltere Almanya’ya rakip olabilir miydi? 1940’lı yıllara kadar bu sorunun cevabı olumsuz olurdu çünkü askeri harcamaya sadece %5 bir pay verilmişti. İngiltere’nin Almanları oyalamaya çalışmasındaki ana etken buydu. Kısacası Avrupa ülkeleri göz önüne alındığında Almanya’nın dişe diş bir rakibi yoktu. Ekonomik buhranın yaralarını yeni yeni sarmakta olan Avrupa ülkelerine karşın iktidara geldiği günden bu yana zaten dünya çapında ün salmış ağır sanayiye ve askeri üretime yatırım yapan bir devlet aynı seviyede olamazdı. Hitler bu savaşın çıkacağını biliyordu çünkü bunu hep istemişti. Yatırımını buna göre yaptı. Ancak Avrupa ülkeleri bundan habersizdiler; bu nedenle askeri üretime karşılık sosyal yatırımlara daha fazla önem verdiler.
Hitler Avrupa’yı işgal etmesiyle birlikte en büyük ikinci planını uygulamaya koydu: Yahudi katliamı. Bu onun en büyük hatalarından birisiydi. İster pragmatik ister insani açıdan bakılsın bu en büyük yanlıştı. Pragmatik anlamda bakarsak bu soykırım Almanya’nın üzerinde gittikçe artan bir yük haline geldi. Bir dünya savaşı patlak verdiğinde neredeyse 2 milyona yakın kolluk kuvveti Yahudilerin imhası için çalışmaktaydı. Ulaşım ağının ve insan gücünün muazzam meşguliyeti bir yana Yahudi düşmanlığı Almanya’nın askeri teknoloji konusunda geri plana düşmesini sağlamıştı. Savaş süresince Amerika’nın ve İngiltere’nin pek çok Yahudi yapımı silah kullandığını biliyoruz. Hitler’in politikası ülkeye faydalı olabilecek, hele hele savaşta çok önemli rol oynayabilecek yüzlerce insanın ülkeyi terk etmesine sebep oldu. Diğer husus Hitler, bu anti Yahudi politikası yüzünden Almanya’nın en sadık dostuyla arasının bozulmasına neden oldu. Almanya’da yaşayan Yahudiler diğer ülkelerdekilere oranla ülkelerine daha bağlıydılar. Kendilerini bir Alman vatandaşı gibi görüyor, bu ülkeye hizmet etmekle gurur duyuyorlardı. Hiçbir Yahudi grup, Almanya’da yaşayanlar kadar ülkesine aidiyet hissetmemişti. Öyle ki bu bağlılık Almanya’nın entelektüel anlamda Fransa gibi bir ülke ile aşık atacak düzeye getirmişti. Hitler bu bağlılığa son vererek kendi ayağına sıktı. Bunun en iyi örneği atom bombasının Almanya’da değil Amerika’da üretilmesidir.
Bu konuda şuna açıklık getirmek gerekiyor: Yahudi düşmanlığı sadece Nazilere özgü bir şey değildi. O dönemin koşullarına baktığımızda ırkçılık hemen her ülkede var olan bir şeydi. Yahudiler çoğu Avrupa ülkesinde önemli mevkilerde iş sahibiydiler. Göçün rutin bir eylem haline geldiği 1900’lü yılların ilk çeyreğinde Yahudiler hemen her ülkede iş yapabiliyorlardı. Bu göç dalgası da her zaman olduğu gibi bir memnuniyetsizlik oluşturdu. Yahudiler en göze batanlarıydı. Bu nedenle Yahudi karşıtlığı bilhassa Orta Avrupa’da çok yaygındı.
Avrupa’yı tamamen kontrol altına alan Hitler, bu durumu çok güzel kullanabilirdi. Tüm Avrupa ülkeleriyle bir barış antlaşması imzalayabilir, Almanya’yı dünyanın en güçlü ülkesi konumuna getirebilir hatta pek çok ülkeyi koloni gibi kendi çıkarları için kullanabilirdi. İngiltere savaşmaya kararlı olmasına sebep olan şeylerden birisi Fransa’nın işgal altında olması ve bu harbin kendilerine sıçrayacağını düşünmeleriydi. Hitler Fransa ile makul bir anlaşma imzalasa, tıpkı Versay gibi büyük yaptırımların olduğu bir sözleşmeye mecbur kılsa Fransa bunu kabul edecekti. Bu durumda İngiltere savaş konusunda geri adım atabilirdi. Ancak Hitler, ne olursa olsun sürekli savaşmak, özellikle doğu topraklarını ele geçirmek istiyordu. Dünyanın en güçlü devleti olabilirdi ancak çocukça hırsları bunu engelledi. Bu Hitler’in en büyük hatalarından birisidir.
Stalingrad Muharebesi’nde bir hatalar silsilesine şahit oluyoruz. ‘Bir insanın aldığı her karar facia olabilir mi?’ diye sorsak, Hitler’in doğu seferini örnek gösterebiliriz. SSCB’nin stratejik noktalarına saldırmak yerine sadece adı ve varlığı için değerli olan Stalingrad’a saldırmak gereksizdi. Volga nehri ve Hazar denizinden gelecek yardımların kesilmesi için işgale elverişli onca şehir varken, yolları dar, Alman ordusunun en çok ihtiyaç duyduğu geniş alanın hiç olmadığı Stalingrad’ı seçmek saçmalıktı. Stratejik hedeflere yürüyen orduyu ikiye bölmek ve yarısını hiçbir anlam ifade etmeyen bir şehre yollamak hataydı. Buna rağmen Alman orduları, tanklar ve uçaklarla Stalingrad’ın altını üstüne getirmişti. Harabeye dönmüş bir şehrin içlerine kadar sokulmanın bir anlamı yoktu. Ancak Hitler bir hatalı karara daha imza atarak şehrin tamamen ele geçirilmesini istedi. Tanklar dar sokakta işlevsizleşti. Çuykov’un ‘düşmana sarılma taktiği’ gereğiyle savaş bir meydan muharebesine döndü. Almanların en büyük güçlerinden Luftwaffe kullanılamaz hale geldi. Ruslar Üranüs Operasyonu ile 300.000 Alman askerini kıskaca aldı. Hatlar tam oluşmamışken Almanlar geriye çekilebilir bu kuşatmayı yarabilirdi. Hitler buna izin vermedi; direnip savaşma konusunda kesin bir emir gönderdi. Böyle bir talimat vermesine rağmen 300.000 kişilik orduyu besleyecek mühimmatı onlara gönderemedi. Yarım milyon askeri göz göre göre ölüme terk etmek akıl alacak iş değildir. Hitler artık saçmalama safhasına geçti.
Hitler’in kendisine dokunan hiçbir şey yokken ABD’ye savaş ilan etmesi de bu saçmalıklardan biridir. İngiltere ve Rusya gibi iki büyük devletle savaşmak yetmiyormuş gibi üçüncü süper güce savaş açmak densizlikten başka bir şey değildi. ABD’nin Japonya’ya savaş ilan etmesine karşın, alınan bu karara baktığımızda Hitler’in savaşı uzatmak istediği sonucuna varıyoruz. Japonya her ne kadar Almanya ile müttefik olsa da ona askeri bir destekte bulunmamıştı. İki ülke arasında kalacak bir mesele Hitler’in yüzünden yayıldı ve bu gereksizdi. Bu karar iki gerekçe ile alınmış olabilir: Birinci teori şu: Hitler savaşın kazanılmayacağını görünce savaşın uzamasını istedi. Hayalini kurduğu ikinci görevi –yahudi katliamı- tamamlamak için bu harbin sürmesi gerekiyordu. Savaş devam edecek ve bu sırada Hitler öldürebileceği tüm Yahudileri yok edecekti. İkinci teori Hitler’in Alman halkına ceza kesme isteğiydi. O savaşı kaybetmiş bir ulusun tamamen yok olması gerektiğine inanıyordu. ABD’ye savaş ilan etmesi Yahudilerle alakalı planı hayata geçirmek ve sonucunda bu ‘başarısız’ ulusun mahvını sağlamaktı.
Savaşın son yıllarına gelindiğinde Almanların son hücumu Ardenler Taarruzu da Hitler’in saçmalıklarından birisiydi. O dönemde Almanlar eğer bir işgal olacaksa bunun SSCB değil batılı devletler tarafından gerçekleşmesini istiyordu. Bu nedenle batıdan gelecek düşmana bel bağlamış durumdaydılar. Bunu gören Hitler’in batı kanadına saldırması, Alman devletini tamamen çaresiz bırakmak istediğini gösteriyor. Ardenler Taarruzu doğuda düşmanla savaşan askerlerle gerçekleştirildi. Doğuda Ruslara direnen güçlü birlikleri alıp işgali artık imkansız hale gelen batıya yönlendirmek, SSCB’nin işgalini daha da kolaylaştırmak akıl alır gibi değil. Hitler’in artık akli dengesini tamamen kaybettiği çıkıyor ortaya. Güçlü birlikleri imkansız topraklara sürmek onları bile bile yok etmek demektir. Sanırım Hitler’in de istediği buydu.
Hitler hayatı boyunca tek bir şeye inandı; galip gelmek. Bundan başka bir amacı yoktu ve bunun dışında bir şeyi aklına bile getirmedi. Yenilmek bir son demekti onun için. Almanların yenileceği 1941’in sonlarına doğru artık herkes tarafından biliniyordu. Hitler’in bunu görmemiş olması imkansız. İki büyük devletin arasında yaşam mücadelesi verirken ABD’ye savaş açmak ötenaziden başka bir şey değildi. Savaşı uzatıp Yahudileri olabildiğince katletmeyi düşündü. Son celsede de Almanların tamamen yok olması gerektiğini savundu.

Get fast shipping, movies & more with Amazon Prime

Start free trial

Enjoy this blog? Subscribe to Ates.eth

4 Comments