Laiklik Nedir, Şeriat Nedir?
Laiklik Nedir ?
Genel ve klasikleşmiş tanımlaması ile din ve dünya işlerini birbirinden ayırmak, toplumu din kuralları ile değil, meclislerin düzenlediği yasalarla yönetmek, dini duyguları, inancı ve ibadeti, halkın özgür vicdanına bırakmaktır.
Gerçek bu iken kimileri laikliği, işlerine öyle geldiğinden ya da bilmediklerinden, dinsizlik ya da körükörüne bir batılılaşma özentisi gibi göstermek isterler.
Öyleyse batılılaşma nedir? Batılılaşma genel anlamda yeni bir dünya görüşünü ve uygarlığı ifade eder. Uygarlık, aslında coğrafî bir bölgenin değil, bütün insanlığın ortak malı olan akılcı, özgürlükçü bir yaşam görüşünü benimsemektir. Bu akılcı ve özgürlükçü düşünce, Sümer, Mısır, Girit, Yunan, Sâsânî ve Romadan gelip, rönesans ve reformasyon yani düşün ve kültürde, dinde düzeltme ve sağduyuya geçiş gibi iki ümanist aşamadan süzülüp batı Avrupaya yerleşmişti.
Bu uygarlık, kaynağını dokuzuncu ve onuncu yüzyıllarda Abbâsîlerden Harunerreşid ve oğullarının bu uğurda harcadıkları çabalardan ve özellikle Endülüs Emevîleri dediğimiz İspanya’daki Müslümanların kurduğu, içinde felsefeden müsbet bilimlere dek her dersin okunduğu Üniversitelerden almıştı. Bu sırada Avrupa, bilim yönünden karanlıklar içinde iken kimi Hıristiyan papaslar İspanya’daki İslam Üniversitelerine ciddi birer öğrenci olarak devam ettiler. Ünlü Hıristiyan kelamcısı Ramon Lull (1235 - 1315) bunların başta gelenlerindendi. Bu nedenle Avrupa uygarlığı dediğimiz uygarlıkta İslamın da büyük payı vardır. Bu niteliğinden dolayı batılılaşma, sanıldığı gibi bir yabancılaşma değil tersine kendimize geliştir.
Kimi kişiler de batı uygarlığını bir Hıristiyanlık yani bu dinin oluşturduğu bir uygarlık olarak gördüklerinden ona karşıdırlar. Batı uygarlığının Hıristiyanlıkla yani doğrudan doğruya din ile bir ilgisi yoktur.
Eğer bu uygarlığı Hıristiyan dini yaratmış olsaydı, başka bir deyimle Avrupa, Hıristiyan dininde olduğu için uygar olmuş olsaydı yeryüzündeki bütün Hıristiyan ülkelerin, Avrupanınkine eşit bir uygarlık düzeyinde olması gerekirdi. Asyanın, Afrikanin vc Güney Amerikanın bir sürü geri kalmış Hıristiyan devletleri, işin hiç de böyle olmadığını açıkça gösteriyor.
Şimdi laikliğe dönelim: Laik düzende kimse kimsenin inancına karışamaz, kimse kimseyi herhangi bir inanç doğrultusunda zorlayamaz. Hangi din ve kökenden olurlarsa olsunlar bütün yurttaşlar dini duygu, inanç ve ibadet yönlerinden eşit hak ve özgürlüğe sahiptirler. Herkes istediği gibi inanır ve ibadet eder ama kimse kimseye benim gibi inanacaksın, benim gibi ibadet edeceksin diye zorlayamaz. Herhangi bir dinin lehinde ya da aleyhinde propaganda yapamaz.
Bu, gerçekte dine aykırılık veya dinsizlik değil tersine dine kişilik, mü’minin vicdanına özgürlük vermek onun, inandığı dini özgürce ve içtenlikle benimsemesini, ibadetini özgürce yapmasını sağlar.
Bu gerçeği daha açıklığa kavuşturmak için laikliğin karşıtı nedir onu görelim. Laikliğin karşıtı şeriat düzenidir.
Şeriat Düzeni Nedir?
Bu düzen toplumun, Peygamberin kalbine doğdurulup Kur’an’da metinleşen Tanrı buyruklarına, yasaklarına göre yönetilmesidir.
Kur’an’da, inanç ve ibadete, münakehat, muamelat ve ukûbat denen halk ilişkilerine ait hükümler öğüt ve örnek niteliğinde olan, eski peygamberlerin ve ünlü kişilerin yaptıklarını yansıtan öyküler vardır.
Âmentü’de formülleşen imanın altı temeli ile İslamın beş koşulu dışında Kur’an’da, kişi ilişkileri ve toplum yönetimi ile ilgili yasa niteliğindeki kuralların ikiyüz kadar olduğu söylenirse de doğrudan hüküm koyan âyetler elliyi geçmez[1] .Onlar da evlenme, boşanma, miras, tanıklık, adam öldürme, hızsızlık, içki, zina, iftira gibi genel konularla ilgilidir. Çünkü o zamanın gereksinmeleri sınırlı ve dardı.
Mecelle’dc de “ezmanın tegayyürü ile ahkâmın tegayyürü inkâr olunamaz” yani (zaman değişimi ile hükümlerin de değişmesi muhakkaktır) ana ilkesi yer almış ve toplumla ilgili konuların zamanla değişeceği kabul edilmiştir. Ayrıca, İmam-ı âzam’ın öğrencisi imam Muhammed’in “örfle (gelenekle) sâbit olan şey nass (Kur’an hükmü) ile sâbit olan gibidir” sözü, meşhur olmuş bir hukuk kuralıdır[2].
Kur’an-ı kerîm kişiyi olgun, başkalarına yardımcı, hoşgörülü, ahlaklı yapmak için gerekli ana ilkeleri bildirir. İbadetlerin asıl amacı da bu moral yöndür. Zaten Kur’an’daki kurallar yetmediği için, daha doğrusu zamanla yeni durumlar ortaya çıktığından bunlar için her biri ciltler tutan bir çok fetva mecmuaları, türlü konular için fıkıh kitapları düzülmüştür. Bunların hepsi, kişilerin düzenlediği, yazdığı şeylerdir. Kaldı ki İslam hukukunun kaynakları arasında “kıyas-ı fukahâ” yani hukukçuların örnekseme ile verecekleri yargılar ve “icmâı ümmet” yani halkın bir yeni kural üzerinde birleşmesi gibi şeyler de vardır.
Hz. Peygamberin kendisi de arkadaşlarını, yeni olaylar karşısında kendi görüşleri doğrultusunda işin gereğine göre hüküm vermeye, ictihad etmeye teşvik ediyordu. O, bir çok konuda çevresindekilerin görüşlerini soruyor, çoğu kez kendisi aynı düşüncede olmasa bile çoğunluğun görüşüne katılıyordu. Bazan kendi yanında bile başkalarının hüküm vermesini isteyerek Müslümanların görüşlerine ve kişiliklerine verdiği önemi, tanıdığı yetkiyi gösteriyordu. Örneğin bir kez, Amr b. Âs’a, davalı ve davacıyı göstererek, “şunların işine bir hüküm ver bakalım” demişti. O, sizin katınızda bu nasıl olur? Ben nasıl hüküm verebilirim? Diyerek çekinti gösterdi ise de Peygamber “evet hüküm vereceksin” diye diretince Amr — Neye göre hüküm vereyim? Diye sordu. Peygamber “kendi içtihadına göre, eğer doğru karar verirsen on iyilik, yanılırsan bir iyilik kazanmış olursun” demiştir[3].
Zamanla hukukçuların koyduğu kurallar da yetmemiş, bunlar dışında ve daha geniş “kavânin-i örfiye” denen ve geleneğe dayanan bir hukuk sistemi daha geliştirilmiştir. Bunların kimileri İslam ilkelerine bile aykırıdır.
Örneğin, Osmanlı halife - sultanları bu tür yasalara dayanarak gayri Müslim uyruklarından domuz vergisi ve şarap bacı almış, bu gelirleri askerlerine ve öteki devlet gereksinmelerine harcamışlardır. Mecellede bu tür uygulamalara cevaz veren “Zaruretler memnu olan şeyleri mubah kılar” diye bir madde vardır[4]. Bu, zorunluklar yasak olan nesneleri mubah kılar demektir.
Faizinde haram olduğu söylenir; oysa ki haram olan faiz değil, kat kat faiz olan tefeciliktir. Fatih Sultan Mehmet, faizi ile yeniçeri ocaklarına verilen etlerin zamanla ortaya çıkacak fiyat artışını karşılamak amacı ile yirmi dört bin altın vakfetmişti. Fâtih’in bundan ayrı türlü işler için para vakıfları yaptığını, Kanûnî’nin bir fermanından anlıyoruz. Kanûnî’nin kendisi de bir çok para vakfı yapmıştır[5].
Görülüyor ki o çağlarda şer’î kuralların çok büyük bir bölümü ile örfi (geleneksel) yasaların hepsini insanlar düzenlemişlerdir. Fetva mecmualarında aynı konular için birbirine ters düşen hükümler verilmiştir[6].
Bu çelişkileri ve tutarsızlıkları önlemek için Türkler büyük çabalar harcadılar. Büyük Selçuklular hükümdarı Alparslan’ın oğlu Celaleddin Melikşah’ın (yaşamı: 1055- 1092), bütün İslam ülkeleri için uygulanabilecek bir yasa hazırlatmaya başladığını ancak bunun gerçekleştirilemediğini biliyoruz[7].
Dipnotlar
- Bak. Osman Keskinoğlu, Fıkıh Tarihi ve İslam Hukuku, ss. 13, Ankara, 1968.
- Bak. Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye, ss. 11, madde 39. A. Ü. Hukuk Fakültesi Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü yayınlarından, Ankara 1959. Mecelleyi hazırlama kurulu başkanı Cevdet Paşa (1822 - 1895) Mecellede işlenen konulan, İslam hukukunun dünya işleri ile ilgili yönü olarak tanımlamaktadır. O, eserin önsözünde “...Günümüzde ticarî işlemler çok genişlemiş olduğundan poliçe ve iflas gibi pek çok konular da ana kanundan ayrılmış ve bu değişik konuları içine alan ayrı bir ticaret kanunu düzenlenmiştir” diyor. Bak aynı eser ss. 1. Al - Pezdevî, Usul al-Pezdevî IV, 21, İstanbul, 1308. Devâlibî, al-Medhal ila ilm-i Usul al-Fıkh, ss. 12-13.
- Cevdet Paşa bütün İslam topluluklarında uygulanabilecek kuralların saptanmasının zorunluğunu şu sözlerle dile getiriyor: “Fıkıh konularını kavramak ve onların derinliğine varmak pek güçtür. Bir aralık Hanefî fıkhı sorunlarını kapsamak üzere zamanın hukukçuları ve erdemli kişileri bir araya getirilerek “Tatar Haniye” ve “Fetâvây-i Cihangîriye” gibi eserler basılmış ise de bütün fıkıh sorunlarının ayrıntıları ve mezhep anlaşmazlıkları bu esere sığdırılamamıştır. Bak. Mecelle, bundan önceki notta sözü edilen baskı ss. 2.
- Bakınız Mecelle, adı geçen metin, madde 21.
- Bak. N. Çağatay, Osmanlı İmparatorluğunda riba - faiz konusu para vakıfları ve bankacılık, Vakıflar Dergisi IX, 148 ve devamı, Ankara, 1971. Ayrıca Osmanlılarda uygulanan faiz sınırları için bak. H. İnalcık, Adalet Fermanları, T. Tarih Kurumunun yayınladığı “Belgeler” dergisi, C. II, s. 3-4, sayfa: 49-145. Ankara, 1965.
- Bu konuda yüzlerce örnek vermek mümkündür. “Bey’i biş - şart (şartlı satış) için bir çok İslam hukukçusunun birbirine ters düşen fetvaları için bak. Mecelle, ss. 4. yukarıda adı geçen metin.
- Bak İslam Ansiklopedisi, Melikşah maddesi (VII, 673). Ayrıca, 1562 de ölen ibn-i Nüceym (Zeynelâbidin b. İbrahim) “al - Fetavî al - Zeyniya fî Fıkh al - Hanafiya” adlı eserinde hanefî fıkhına göre verilmiş fetvaları toplamıştır. Ayrıca bak. Devâlibî, “al - Medhal ila İlm-i Usul al-Fıkh” sayfa 12-13, beşinci baskı, Beyrut, 1965.