Yabacılaşma
Bireyin tarihsel ve toplumsal bilincine yaptığımız vurgudan hareketle, yabancılaşma kavramının ilk ve temel anlamının, bireyle toplumsal varlık ve bilinçle nesnel dünya arasında bir ayrışmayı ifade ettiğini söyleyebiliriz ki, bu Hegel’in üç aşamalı kavramsallaştırmasının da ilk aşamasını teşkil eder. Bireyin tarihsel ve toplumsal konumlanışından yola çıkılarak, yabancılaşmaya yüklenen ikinci anlam, sosyal roller ile değerler dünyası arasındaki uyumsuzluk ya da çatışmadır. Ayrıca, bireyin toplumla, toplumsal statü ve rollerle bireyselliğini bütünüyle ortadan kaldıracak ölçüde özdeşleşmesi de yabancılaşmadır. Bir kişinin veya toplumsal grubun toplumsal normlar, değerler, roller ve kurumlar karşısında sergilediği muhalefet ve uyumsuzluk da yabancılaşmanın bir türüdür. Toplumsal yabancılaşma, sistemde meydana gelen işlevsel bozuklukların bir sonucu olabildiği gibi, sosyal normların ve değerlerin çatışmasından ya da bunların kendilerinden beklenen işlevi yerine getirememesinden de kaynaklanır. Zira bu tür durumlar “kolektif bilincin” yara almasına, otorite kaybına, kuralsızlığa, işlevsel bütünlüğün ve toplumsal dayanışmanın ortadan kalkmasına yol açar. Bazen yaşanan hızlı toplumsal değişimler, toplumun değerler ve semboller sisteminde, kurumsal yapısında bir çöküşe yol açabilir. Bu türden ani değişimler, mutlak, istikrarlı, düzenli ve herkesçe malum olan toplumsal yapıyı göreceli, istikrarsız, müphem ve çatışmalı hale getirir. Bunun meydana getireceği yapısal sorunlara, insanların yaşanan hızlı dönüşümleri anlayamamasından ve onlarla baş edememesinden kaynaklanan bir yabancılaşma duygusu eşlik eder.
Sosyal bilimlerde yabancılaşmaya ilişkin çalışmaların uzun bir geçmişi vardır. Ancak kavramın anlamına dair bir uzlaşma henüz sağlanamamıştır. Bu uzlaşmazlık temelde kavramın kullanıldığı entelektüel geleneklerin farklılığından kaynaklanmaktadır. Bunun yanında, yabancılaşmanın bir yandan bireysel psikolojik bir durum, diğer taraftan toplumsal ilişkilerin bir niteliği yahut toplumsal değişmenin getirdiği bir sonuç şeklinde ele alınması da kavramsal belirsizliğin nedenlerindendir. Literatürde yabancılaşmayla ilgili kavramsal tartışmaların üç grup bilim adamı tarafından sürdürüldüğü görülmektedir. Bunlardan ilki, yabancılaşmanın müphem, normatif ve ideolojik bir kavram olduğunu, dolayısıyla onunla bilimsel analizlere girişmenin mümkün olmadığını düşünen bilim adamlarının meydana getirdiği gruptur. İkinci kesimi ise, yabancılaşma kavramının anlamını açıklığa kavuşturmak maksadıyla tarihsel, felsefi analizlere yönelenler oluşturmaktadır. Üçüncü grupta yer alan ve bizim çalışmamızda sıkça atıfta bulunduğumuz sosyal bilimcilere gelince, onlar tanımlama problemine, başka kavramları da sürece dâhil ederek daha esnek ve göreceli bir tutumla yaklaşmaktadırlar. Ayrıca, bu sonuncu yaklaşımın temsilcileri, yabancılaşmadakine benzer kavramsal sorunların, sosyal bilimlerde sıkça kullandığımız ve belli ölçüde soyutlamalar içeren “toplumsal norm”, “sosyal sınıf” veya “toplumsal yapı” gibi bazı temel kavramlar için de söz konusu edilebileceğini düşünmektedirler. Bugün, bir taraftan kavramsal tartışmalar sürerken, diğer taraftan yabancılaşma kavramı teorik tartışmalarda olduğu kadar, emprik araştırmalarda da sıkça kullanılmaya devam etmektedir. Hatta bazı çalışmalar teorik kavramsal analizleri emprik araştırma ve bulgularla destekleme arayışındadır. Emprik araştırmalarda ise yabancılaşmanın tanımlanan çeşitli boyutları arasında tutarlı bir ilişkinin varlığı ortaya konulmaya çalışılmaktadır. Aşağıda, işlevsel tanımlar başlığı altında detaylı bir şekilde tanıtacağımız Melvin Seeman’ın beşli kavramasallaştırma denemesi bunun bir örneğidir. Fakat pek çoğu gibi, onun operasyonel tanımlama çabası da, yabancılaşmanın çeşitli boyutları arasındaki mantıksal ilişkiyi göstermedeki başarısızlığından ötürü eleştirilmiştir.
Yabancılaşmaya dair kavramsal analizlerde, kaba bir genelleme ile, biri formel diğeri betimsel olmak üzere iki analiz tarzı ön plâna çıkmaktadır. Formel yaklaşım, yabancılaşmayı çeşitli tasnifler ve kategoriler etrafında ele alma eğilimindedir. Bu yaklaşımdan hareket eden çalışmalar, kavramın alan araştırmalarına, anket tasarımına imkân verecek operasyonel tanımlarına ulaşma amacı gütmektedir. Alt başlıklarda örneklerini göreceğimiz gibi, bu yaklaşım daha çok psikolojide yapılan araştırmalarda kullanılmaktadır. Deskriptif yaklaşım ise, yabancılaşmanın görünümlerini ve bunların birbirleriyle münasebetini ortaya koymak yerine, onu problem çözme bağlamında değerlendirmektedir. Dolayısıyla, bu yaklaşım tarzı, yabancılaşmanın, sosyal sapma, marjinallik, yaratıcılık, ideoloji gibi konularla münasebetini ortaya koyma çabasındadır.
Yabancılaşmayı, tecrübeyi merkeze alan bir bakış açısıyla, bireyin sabit ve değişmez bir niteliği, onun toplumsal çevreden bağımsız, içsel yaşantısının bir sonucu veya kişilik özelliği şeklinde niteleyen çalışmalar psikolojik indirgemecilikle itham edilmiştir. İnsanın ve toplumun doğasına yönelik analizlerde kullanılan, modern yaşamda ortaya çıkan pek çok sorunla ilişkilendirilen bir kavramın, öznel tecrübeler ve psikolojik sorunlar bağlamında kullanılmasında şaşılacak bir şey yoktur. Sorun, görüldüğü kadarıyla, kavramın anlam zenginliği dikkate alınmadan, yalnızca ruhsal bozuklukları veya ahlâkî yozlaşmayı ifade edecek bir içerikle kullanılmasından kaynaklanmaktadır. Ayrıca, felsefi ve sosyolojik bağlamı bütünüyle göz ardı ederek, yabancılaşmayı sanatta ve edebiyatta metaforik bir anlatım yahut temsil aracı gibi takdim eden yaklaşımların da eleştiriye uğraması kaçınılmazdır.
Yabancılaşmaya yönelik kavramsal analizlerde, onu bir süreç olarak ele alan, bir tür deneyim oluşunu öne çıkaran ve sebepleri ile sonuçları arasında ayrım yapmayı hedefleyen yaklaşımlar da göze çarpmaktadır. Yabancılaşmanın sosyal ve psikolojik düzlemleri arasında çoğu kere açık ve sistematik ayrımların yapılmadığı yönündeki eleştirileri göz ardı etmeden, bu kavramsallaştırma ve analizlerin temelde üç kaynağa dayandığını söyleyebiliriz. Bunlardan birincisi, yabancılaşmayı insanın kendi bilinci, ürünü yahut objektif gerçeklik karşısında deneyimlediği güçsüzlük (powerlessness) kavramına bağlayan Hegel, Marx çizgisidir. İkincisi, Durkheim’ın anomi düşüncesi temelinde, yabancılaşmayı toplumun işlevsel uyumunun ve bütünlüğünün kaybolması ile ilişkilendiren yaklaşımdır. Burada karşımıza sosyal normların işlevsizleşmesi, norm çatışması veya toplumsal araçların belirlenmiş kültürel hedefleri gerçekleştirmede yetersiz kalması anlamında normsuzluk (normlessness) kavramı çıkmaktadır. Daha çok varoluşçu felsefenin ve psikanalizin başvurduğu üçüncü yaklaşım ise, yabancılaşmayı kaygı, huzursuzluk, yalnızlık, umutsuzluk, irrasyonalite ve bilinçsizlik gibi kavramlar etrafında, bireyin hem dış gerçeklik karşısında hem de kendi içerisinde tecrübe ettiği anlamsızlık (meaningless) ile açıklama eğilimindedir.
Yabancılaşmanın sebepleri hususunda da, yine işlenen konuya, bağlı bulunan paradigmaya ve bakış açısına göre farklı görüşler ileri sürülmüştür. İnsanın bizzat bu dünyadaki varoluşunu yabancılaşma diye niteleyenler olduğu gibi, aslında modernleşme sürecinin başlı başına bir yabancılaşma olduğunu iddia edenler de vardır. Kimilerine göre din, özel mülkiyet, toplumsal iş bölümü, kitle toplumu yahut bürokrasi yabancılaşmaya yol açmıştır. Kimileri ise moderniteyi meydana getiren rasyonalizasyon, şehirleşme, sekülerleşme ve çoğulculuk gibi değişimleri yabancılaşmanın sebepleri arasında saymaktadır. Örneğin, Marvin B. Scott, yabancılaşmanın toplumsal sebeplerini, toplumsal sistemin öğelerine göre (i) toplumda yaygın kabul gören değerleri benimsememe, (ii) toplumsal normlara uymama, (iii) sahip olduğu rolleri gerçekleştirme sorumluluğundan yoksunluk ve (iv) toplumsal araçları etkin biçimde kullanamama ve kurumsal katılımdan yoksunluk şeklinde tasnif etmiştir. Görüldüğü gibi, burada yabancılaşma rol, statü, değerler ve normlar gibi toplumsal olgular etrafında ele alınmaktadır. Scott, toplumsal eylemin belirleyicilerini kendi içerisinde bir tasnife tabi tutarak, kalıcı ve kuramsal sosyolojik analizin gerekliliğine işaret etmektedir. Ayrıca, yabancılaşmanın, güçsüzlük, anlamsızlık, tecrit gibi boyutlarının tek bir sebebe karşılık gelmeyebileceği de ileri sürülmüştür. Gerçekten de toplumsal sorunların sebepleri ve bunların bağlı bulundukları değişkenler arasında belirsizlikler bulunabilmektedir. Toplumsal eylemin toplumsal krizlerden, devrim ve benzeri ani değişimlerden kolayca ve farklı açılardan etkilenebildiği düşünüldüğünde bu belirsizliklerin doğal karşılanması gerekmektedir. Kuralsızlık diye tanımlanan yabancılaşmada, toplumsal sistemin varsayılan bir rasyonalite açısından tanımlanıyor olması dikkat çekicidir. Buna göre, toplumsal sisteme dâhil olan iktidar, otorite ve bunların bağlı bulunduğu normlar, kişilik sistemi ile çatışma içerisindedir ve bu rasyonel bir durum değildir. Benzer ilişkilendirmelerin ideoloji açısından da yapılması mümkündür. Zira yabancılaşma, insanların toplumsal davranışının mahiyetini belirleme ve sonuçlarını yüksek bir tutarlılıkla tahmin etme iddiasından yola çıkan ideolojilerin de bir sonucu olabilir. Bu bağlamda kavram, ideolojik belirlemeler karşısında aktif bir muhalefet sergilemesi beklenen aydınların toplumsal rolleri veya sosyal determinizm gibi konularla ilişkilendirilebilmektedir.
Kavramın epistemolojik tahliline geçmeden şöyle bir özetleme yapmak mümkün gözükmektedir. Yabancılaşma kavramının klasik kullanımlarına, Ortaçağ Hıristiyan teolojisinden, aydınlanma düşüncesine ve toplumsal sözleşme teorisine kadar pek çok bağlamda, insanın ve toplumun doğası ile ilgili tartışmalarda rastlamak mümkündür.Teolojide yabancılaşma, insanoğlunun ilahî varlıkla ezelî birliğini yitirmesinin bir sonucu ve insanın evrensel kaderi şeklinde yorumlanır. Burada vurgu, ruhun veya fikirlerin ‘ideal’ durumdan, düzenden ve birlikten maddî varoluşla kopması ve bilinçle nesneler dünyası arasındaki ayrışma üzerindedir. Zira insanın “zaman içindeki varlığı” ile gerçek doğası, yani ideal varlığı arasında bir uyumsuzluk ve çatışma söz konusudur. İnsandan beklenen bu iki varlık düzeyi arasında bir uyum meydana getirebilmesidir. Oysa, toplumsal sözleşme teorisinde Hobbes, Rousseau, Locke gibi düşünürler, insanın doğal haklarını kendi dışındaki bir güce (toplum, devlet) devretmesinin yabancılaşmanın temel sebebi olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Yabancılaşma kavramı, Hegel’le birlikte felsefi anlamını, Marx ile sosyolojik anlamını kazanana kadar klasik kullanımındaki yaygınlık ve belirsizlik devam etmiştir. Literatürde rastlanan yabancılaşma tanımlarının pek çoğunun bugün kullanılmadığı, bazılarının da geleneksel kullanımlarından bir hayli farklılaştığı görülmektedir. Bu farklılaşmanın önemli nedenlerinden biri, görebildiğimiz kadarıyla, kavrama din, ahlâk ve siyaset alanlarındaki çeşitli polemiklerde sıkça müracaat edilmesidir. Yabancılaşma, eğer insanî varoluşun evrensel bir niteliği gibi görülüyorsa, onun toplumsal yapı ve süreçlerin analizinde elverişli bir araç olamayacağı açıktır. Zira böylesi bir durumda ya dış gerçeklikten bağımsız bir bilinç varsaymamanız yahut bireysel bilinci bütünüyle ‘gerçeklikten’ kopuk ele almanız gerekecektir. Psikolojinin yaklaşımı, yani yabancılaşmanın, harici/toplumsal güçlerin etkisiyle duygusal ve davranışsal özgürlüğe sahip olmayan bireylerin psikolojik durumları şeklinde ele alınması da bazı açılardan eleştirilebilir. Her şeyden önce, yabancılaşmanın klasik kullanımları, anomi ve toplumsal uyumsuzluk gibi açıkça tanımlanabilen sosyolojik kategorileri hatırlatır. Bunun yanında, yabancılaşma terimi, farklı toplumsal olgu, süreç ve sorunları genel bir kavram etrafında birleştirir. Ayrıca, psikolojik yorum biçimleri yabancılaşmayı verili bir toplumsal durum karşısında bireyin yaşadığı uyum sorunu veya sapma şeklinde sunduğundan, yabancılaşmaya daima negatif bir anlam yüklemektedir. Fakat yabancılaşmanın sosyolojide ve felsefede olumlu anlamlar da kazanabildiği görülmektedir.
Diğer tüm kavramsal tartışmalarda olduğu gibi, yabancılaşmaya dair kavramsal analizlerde de, sağlam bir epistemolojik temel, bilimsel hatalardan kurtulmanın zorunlu koşuludur. Ayrıca, kavramsal analizlerle ulaşacağımız bilgikuramsal sonuçlar araştırmanın teorik çerçevesinin belirlenmesini de sağlar. Bir kavramın epistemolojik tahlili, öncelikle o kavramın ifade ettiği anlama ve karşılık geldiği yahut göndermede bulunduğu olguya bakılmak suretiyle yapılır. Ardından, kavramın edimsel anlamına, yani o kavramın kullanımı ile ortaya koyduğu işlevlere bakılır. Bu aşamada, bilimsel paradigma, ideolojik tutum yahut normatif değerlendirmeler de sürece dâhil olur. Bu nedenle, kavramın kullanımı ile bir değerlendirmenin mi, önerinin mi yoksa eleştirinin mi dile getirildiğine dikkat edilmelidir. Son adımda ise, o kullanımın, kavramı dillendirenin, duyanın ve diğer insanların duyguları, düşünceleri ve eylemleri üzerinde meydana getirdiği etkiyi/sonucu hesaba katmak gerekir. Epistemoloji temelinde yürütülen kavramsal analizlerin bu üç aşamayı sırasıyla gerçekleştirmesi beklenir. Ayrıca, kavramın ifade ettiği anlamla çağrışımlarının da ayırt edilebilmesi lazımdır. Böylece, örneğin yabancılaşmanın literatürdeki kullanımlarından oluşan kavramsal geçmişini, hangi niteliklere ve ne türden ilişkilere göndermede bulunduğunu anlamak mümkün olacaktır.
Yabancılaşma kavramının linguistik geçmişi, daha önce de işaret ettiğimiz gibi, gerek bireysel tutum ve davranışları, gerekse toplumsal münasebetleri ifade eden yönü ile dikkatli bir gözlemi gerektirmektedir. Öyle ki, bu kavram insanın dünyadaki varoluşunu ve tanrıyla ezeli birliğini kaybetmesini ifade etmek üzere dinî, teolojik yorum ve değerlendirmelerin konusu olabildiği gibi, insanın bazı ruhsal imkân ve kabiliyetlerini kaybetmesi (loss) anlamında daha psikolojik bir içerikle de kullanılabilmektedir. Kavrama, aklın/ruhun aslından, cevherinden ayrılması (seperation) ya da insanın kendisinden, diğer insanlardan, ürününden, doğadan yabancılaşması (estrangement) ve insani niteliklerin olgusallaştırılması (reification) anlamları da yüklenmektedir. Hatta yabancılaşma kavramının metaforik bir anlamının olduğunu ve bu yönüyle açıkça ve uygun biçimde işaret etmediği bir takım olgulara aktarıldığını düşünenler olduğu gibi, onun kapitalist endüstri toplumunun baskın kurumlarına ve değerlerine saldırmak için kullanılan ve önemli ölçüde ideolojik yüklemeler içeren bir kavram olduğunu iddia edenler de vardır. Yabancılaşmanın bir çok toplumsal olguyu gözlemlemeye, değerlendirmeye ve eleştirmeye yaradığını söyleyenlerin yanında, anlamındaki belirsizlikler, kullanımındaki yaygınlık ve metaforik karakterinden ötürü kavrama bütünüyle karşı çıkanlar da mevcuttur. Burada başka bir epistemolojik tartışmayı da gündeme getirmek gerekir. Eğer yabancılaşma öznel, bireysel bir olgu şeklinde ele alınıyorsa, bireysel deneyimler ve bu deneyimlerin deneyimleyenlerce sözlü olarak, nasıl ve hangi içerikle tanımlandığı araştırılıyor demektir. Objektif, nesnel bir olgu biçiminde araştırılan yabancılaşmada ise nesnel biçimde ‘gözlemlenebilen’ davranışlar incelenir. Bu araştırma yönteminin öncekinden en temel farkı, olguya yönelik gözlemlerin ‘özne’nin kendi deneyimine dair sözlü aktarımından büyük ölçüde bağımsız olması veya yalnızca ona dayanmamasıdır. Objektif, olgusal gözlem, aynı zamanda yabancılaşmanın belli toplumsal koşullarda ve toplumsal süreçler bakımından tanımlanmasını gerekli kılar.
Diğer taraftan, yabancılaşma kavramının ilişkisel bir gerçekliği mi yoksa niteliksel bir gerçekliği mi ifade ettiği sorusu da felsefi/ontolojik bir temele işaret eder. Bu durumda yabancılaşmaya dair analizlerin, insan doğasına ilişkin varsayımlardan hareket etmesi gerekecektir. Felsefî ve antropolojik teorilerde insan doğasına ilişkin varsayımlar, ‘insanlığı’ meydana getiren temel niteliklerden veya insanın özüne yönelik yaklaşımlardan yola çıkar. İnsanın nasıl bir varlık olduğuna yönelik sorgulamaların her birini bu çerçevede değerlendirmek mümkündür. Bu açıdan bakıldığında, yabancılaşmanın insanın özsel niteliklerinden kopmasını veya uzaklaşmasını çağrıştıran anlamı (dehumanization) ön plândadır.59 İnsan doğasına yönelik sosyolojik teori ise, toplumsal koşulların insan davranışları üzerindeki etkisine dair varsayımlar üzerine kurulur. Toplumsal normların, rollerin, sınıfların insan davranışına etkileri yanında, insanın diğer insanlarla etkileşiminin onun kendisini algılaması ve değerlendirmesi üzerindeki tesirleri de bu çerçeveye dâhil olur. Sosyolojide toplumun doğasına yönelik teorilerin iki ana akım meydana getirdiğini söylemek mümkündür. Bunlardan birincisi, toplumların dayanışma, işlevsel bütünlük ve denge üzerine kurulu yapılarının doğal ve normal, çatışmanın ise arzu edilmeyen bir durum olduğunu ifade eden yaklaşım biçimidir. İkincisi de, toplumun doğasını, çatışan menfaatlerin ve muhalif eğilimlerin meydana getirdiğini iddia eden teorilerdir.
Emprik yaklaşımlarda ise, yabancılaşma terimi altında hangi sosyolojik olguların ele alındığı sorgulanırken, kavramın ilişkisel kullanımına ağırlık verilmektedir. Burada sözü edilen ilişkisellik çok boyutludur ve bireyler arası ilişkiyi, tekil bireyin kendi kişisel nitelikleri arasındaki münasebeti yahut bireyle başka varlıklar ve dış dünya arsındaki ilişkiyi kapsar. Yabancılaşmanın ilişkisel değil, niteliksel bir ‘durumu tanımladığı’nı düşünenler, yabancılaşmanın ruhsal veya psikolojik gerçekliği ifade eden bir niteleme olduğu kanaatindedirler. Ancak, yabancılaşmanın sosyoloji literatüründe normlar, değerler, kurumlar, toplumsal değişme gibi yapısal değişkenler bağlamında ilişkisel kullanımı ve tanımlanan boyutları bu yaklaşımı doğrulamaz. Örneğin anlamsızlık, güçsüzlük ve kendine yabancılaşma bazı açılardan zihinsel bir durumu ifade edebilirse de, normsuzluk ve izolasyon gibi boyutlar toplumsal çevre, diğer insanlar ve kurumsal süreçler bakımından ilişkisel karakterdedir. Kelimenin terimsel anlamını kazandığı geleneksel kullanımları da ilişkisel niteliğini ön plâna çıkarmaktadır.
Yabancılaşmanın bir süreç olarak tahlili ise üç aşamalı bir analizi gerekli kılmaktadır. Birinci aşama, yabancılaşmanın toplumsal ve normatif kaynakları üzerinde düşünmeyi içerir. İkincisi, yabancılaşmanın kişisel bir tutum şeklinde değerlendirilmesidir. Üçüncü aşama, yabancılaşmanın davranışsal sonuçlarının gözlemlenmesini ve değerlendirilmesini içerir. Bireylerin, toplumsal iletişimden yoksunlukları, karar alma süreçlerine katılım veya düşüncelerini ifade edebilme imkânı bulamamaları toplumsal yapı ve süreçler karşısında yabancılaşma duygusu yaşamalarına yol açabilir. Modern yaşamda ilişkilerin formel ve mekanik karakteri de benzer neticeler ortaya koyabilmektedir. Bireylerin kişisel özellikleriyle ve amaçlarıyla değil, yerine getirdikleri işlevleri, rolleri veya ürünleri tanımlanmaları ve bunlar için araçsallaştırılmaları da onların yapısal süreçler karşısında yabancılaşmalarına yol açabilmektedir. Bütünüyle toplumun veya tek tek toplumsal organizasyonların uyum ve işlevsel bütünleşme adına ortaya koydukları standartlar kadar, prosedürler ve rutinler aracılığıyla kişisel nitelikleri ve insani ilişkileri sıradanlaştırması da yabancılaşmanın sebepleri arasında sayılabilir. Yabancılaşma bazen de, kişinin içerisinde yaşadığı gerçeklikle arzuladığı hayat veya hâlihazırdaki kişiliği ile olmak istediği insan arasındaki çelişkiden doğabilir.
Yabancılaşma kavramının felsefî tahlilini, sonraki analizlere kaynaklık etmiş olması ve birkaç geleneğin birleşme noktasını oluşturması bakımından Hegel’in görüşlerine değinerek tamamlamak istiyoruz. Hegel’in gerçeklik hakkındaki temel kabulü, yabancılaşmaya ilişkin düşüncelerinin de başlangıç noktası gibi görünmektedir. Ona göre, gerçekliğin öznel kanı olmaktan çıkıp, paylaşılan, nesnel, toplumsal bir gerçeklik haline gelmesi diğer öz bilinçler tarafından bilinmesine bağlıdır. Dolayısıyla, bilincin gelişimi ele alınırken, ortak bilinç alanını meydana getiren toplumsallık ve tarihsellik kategorileri dikkate alınmalıdır. Bu nedenle yabancılaşma, bireysel bilinç (öznel tin), bireysel bilinçleri toplumsal ve kurumsal düzlemde bir araya getiren toplumsal varlık (nesnel tin) ve sanat, din ve felsefe aracılığıyla kavranan, gelişiminin son evresini devletin temsil ettiği ve ruhun kendi bilincine ulaşmasıyla ortaya çıkan mutlak tin aşamalarının her biri açısından değerlendirilmelidir. Bu bir bakıma, Hegel’in diyalektik yönteminin, “tin”in gelişim evrelerine (tez, antitez ve sentez) uygulamasının sonucudur. Yabancılaşmayı, bireyin nesnel tinin gelişim aşamasında, toplumun kültürel ve kurumsal nesnelleşme süreçlerine rasyonel katılımdan yoksun hale gelmesi şeklinde tanımlarsak, Hegel’in üç aşamalı analizinin, bu yoksunluğu meydana getiren şeyin ne olduğuna ve onun üstesinden nasıl gelinebileceğine yönelik bir felsefi çaba olduğunu söyleyebiliriz.
Hegel’e göre, nesnel tini meydana getiren toplumsal varlık, insan ruhunun toplumsal eylem ve kurumlar aracılığıyla nesnelleşmesinin sonucudur. İnsan toplumsal varlığı aracılığıyla bireysellikten ve öznel tin aşamasından nesnel tin aşamasına, yani toplumsal varoluş boyutuna geçer. Bu geçişi, toplumsal ve siyasal bilinç ve eylemin oluşturduğu hukuk, sanat, dil gibi kurumlar temin eder. Ancak, bireysel bilinçle toplumsal varlık arasında bir ayrışma, uyumsuzluk veya çatışma meydana gelmesi toplumsal gerçekliğe olan güveni ortadan kaldırır. Kişi, dış gerçekliği kendinden bağımsız hatta ona rağmen oluşmuş gibi hisseder. Böylece yabancılaşmanın birinci aşamasını meydana gelir. İkinci aşamada ise toplumsal gerçekliğin bireysel bilinci tamamen, hatta tüm bireyselliğini ortadan kaldıracak ölçüde kuşatması söz konusudur. Yabancılaşmanın bu boyutu, toplumsal varlıkla bütünleşmek ve birinci türden yabancılaşmayı ortadan kaldırmak için zorunlu ve sürekli bir aşamayı temsil eder. 66
Hegel’in felsefi sisteminin temel kabullerinden biri, âlemin başlangıçta ‘bütünsel bir birlik’ ve ‘kendinde varlık’ olduğu fikrine dayanır. Yabancılaşma bu bütünsellikle bireysel bilinç arasındaki ayrışmanın zorunlu sonucudur. Kendini gerçekleştirme arzusunda olan ruhun hareketi bu aşamada sona ermediği için, tinsel gelişim, diyalektik bir süreçte yabancılaşma ve yabancılaşmadan kurtulma deneyimi şeklinde devam eder. Olgular dünyası da, mutlak ruhun kendini dışsallaştırmasıyla, yani kendisini fiziksel nesnelerde, toplumsal kurumlarda ve kültürel ürünlerde gerçekleştirmesi ile meydana gelmiştir. Dolayısıyla toplumsal varlık aslında insan ruhunun nesnelleşmesidir. Üstelik, insanın üretici etkinliği ve onun somutlaştığı nesneler dünyası olmaksızın bireyin ‘kendinde-bilinçlilik’ oluşturması, yani kendi kendisini nesnelleştirmesi de mümkün değildir. Diyalektik süreç içerisinde, yabancılaşmanın birinci aşamasına oluş (tez), ikinci aşamasına bozulma (anti tez), toplumsal, evrensel ruhla ve tarihin yaratıcı doğasıyla bütünleşmeye ise birlik (sentez) denilmesinin nedeni, bilincin bu süreçlerdeki dönüşümüyle alakalıdır. Zira tin, hem kendinde varlığı, diğer bir deyişle, bireysellik ve özdeşliği (tez,) hem oluşu (olumsuzluk, anti tez), hem de kendinde-ve-kendi için varlığı, ruhun kendi bilincine yeniden varışını (bütünsellik, sentez) tecrübe eder. Sosyolojik bir okumayla, burada dile getirilen özdeşliğin, bireysel bilinçle toplumsal varlığın birliğine; olumsuzluğun, nesnelleşme süreci ile birlikte meydana gelen ayrışma ve uyumsuzluğa, bütünselliğin ise doğada yabancılaşan tinin, felsefe, sanat, kültür ve nihayet en somut biçimi ile devlette tekrar kendi bilincine ulaşmasına işaret ettiği söylenebilir.
YABANCILAŞMA SORUNU
Muhammet ERTOY