To The Moon

BHB7...bYMX
18 Mar 2024
47

Bir Kayboluş Hikayesi



Bugüne kadar oynadığım oyunlar arasında beni en çok etkileyen oyun oldu ve bu yüzden bu yazımı biraz klasik inceleme yazısından çıkartmak istedim. Yazıda oyunu tartışmayı daha doğru buldum. Daha duygusal ve daha insan kokan bir yazı olacak sanırım bu.

Oyunu hiç oynamamış olanlar için bir kaç küçük teknik detay vereyim. Oyun Kan Gao diye bir adamın küçük bir ekiple çıkarttığı inanılmaz bir iş olmuş. İki boyutlu olan oyun için klavyenize pek ihtiyacınız yok çünkü bir macera oyunu olan To the Moon özünde visual novel diye adlandırılan görsel bir roman. Hikayesinin ne kadar iyi olduğundan bahsetmeyeceğim tabii ki sadece gerçekten bir gününüzü ayırıp bu hikayeye ortak olmanız gerektiğini düşünüyorum. Ayrıca oyun tam bir gönderme makinası. Kan Gao inanılmaz eğlenceli ve geek bir karakter yaratmış, oyun boyunca beklenmedik anlarda sizi gülümsetmeyi kolaylıkla başarıyor.

Oyunu hiç oynamamış arkadaşlar için konuyu kısaca aktarmak gerekirse: Oyunda Sigmund Agency of Life Generation isimli kuruluşun iki doktorunu kontrol ediyorsunuz. Bu kuruluşun amacı ölmek üzere olan insanların anılarına girip son isteklerini gerçekleştirmek, en azından zihinlerinde… Gerçek hayatta yapamadıkları şeyleri anılarıyla oynayarak yapmışlar gibi bir izlenim yaratıyorsunuz insanların beyinlerinde ve bu yarattığınız simülasyon içinde insanlar daha mutlu ve huzurlu bir şekilde ölüyorlar. En azından kuruluşun amacı bu. Oyun 3 parçadan oluşuyor ve ölmek üzere olan Johnny Wyles’a yardım etmeniz gerekiyor.


Johnny nedenini hatırlayamasa da aya gitmek istiyor ve siz de bu gizemi çözüp Johnny’yi aya yollamaya çalışıyorsunuz. Oyun cidden harcadığınız vakte değecek bir İndie oyun, bu yüzden özellikle hikaye severlerin kaçırmaması gerek diye düşünüyorum. Ayrıca oyunun devamının geleceğini de eklemekte fayda var. Şimdilik To the Moon sadece birinci bölüm. Şu an ikinci bölüm üzerinde çalışıyor ekip ki bu beni daha da mutlu etti çünkü iyi bir iş geleceği bu oyundan çok belli.

Kısaca konudan bahsettiğime göre şimdi oyunun biraz daha derinlerine inebilirim sanırım. Yazının bundan sonraki kısımları oyunla ilgili çok ağır spoilerlar içereceği için okumamanızı tavsiye ediyorum çünkü bu oyunu güzel yapan şey hikayesi ve bunu bozmak istemiyorum.

Bu yazının bir öncekilerden küçük bir farkının olmasını istiyorum. Biraz daha geri dönüşlü bir yazı olmasını umarak yazıyorum bunu. Oyunu oynamış arkadaşlar da fikirlerini belirtirlerse çok mutlu olurum.


Her Şey Yolunda


Oyuna başladığımda her şeyin bu kadar zor olacağını hiç düşünmemiştim. Oyundaki karakterleri ne kadar sevdiğimi söylememe gerek var mı bilmiyorum fakat özellikle Dr. Watts tam bir iletişim adamı. Esprileriyle daha ilk dakikadan beni oyuna bağlamayı başardı, sonra neden bilmiyorum oyuna Dr. Rosalene ile devam ettim ki çok bir fark yaratmasa da hatalı bir seçim olduğuna inanıyorum çünkü Watts’ın eğlenceli diyaloglarının yanında Rosalene çok sıkıcı.

Hikaye ilk başladığında konunun çekiciliği cidden beni çok etkiledi. Johnny ile konuştuktan sonra en yakın anısından geriye doğru yavaş yavaş anı parçalarıyla ilerlemek, her geri adımda yeni bir şey öğrenecek olmak, küçük bir gizem çözmek… Sherlock’çuluk oynamak değil belki ama yine de heyecan verici. Gerçi bir insanın anılarında hareket etmek, tamamen tüm mahremiyeti bitirmek anlamına geliyor fakat tabii ortada güzel bir “amaç” olunca… Yani en azından onlar için güzel bir amaç.


Johnny yazmak çok uzun geliyor bundan sonra John diyeceğim kendisine. John’un anılarında geri giderken ilk kafamı kurcalayan olay muhtemelen her oyuncuda da olduğu gibi karısı River’ın tavşan origamilerindeki obsesifliğiydi. O kadar ürkütücü geldi ki bu durum istemsiz olarak Heavy Rain’deki Origami Killer’ı hatırladım. Sanırım yolunuz bir kez Heavy Rain ile kesiştikten sonra origami ile asla yıldızınız barışmıyor. River’ın insanlarla iletişimini ciddi anlamda etkileyen bir rahatsızlığı vardı bunu anlamak güç değil ki zaten oyunda da tavırlarındaki soğukluğun sebebinin o hastalık olduğunu açıklıyorlar. Oyunun ilk evrelerinde John için bu yüzden biraz üzüntü duydum. Yani o kadar bağlı ve aşıktı ki…

Bu arada romantik hikayeleri cidden hiç sevemedim, fazla ütopik ve ulaşılamaz geliyorlar bana. John’un hikayesinde de geriye gittikçe olayın ütopikleştiğini hissettim. Tabii John’un hatırladığı kısımlarda River’la yakınlaşmasının kızın farklılığı ile ilgili olduğunu söylediğinde ise bir şeyler beni rahatsız etti. Bu kadar romantik, ütopik bir hikayenin başlangıcının böyle olamayacağını düşünüyordum. Her neyse John’un River için, kadın ölmeden ona beste yapması bu ütopikliğin uç noktasıydı benim için. Yani bunları kötü bir şey olarak söylemiyorum tabii ama sadece çok ulaşılmaz ve güzel geldi bana. River’ın ise bestenin ismini klişe bulmasında biraz kızgınlık hissettim bu yüzden.

Hikayenin ilk kopuşu ise bir anda gidişatı değiştirdi. Yani evet hikaye başından sonuna kadar John ve River ile ilgili fakat aslında John’un ikizinin de ikisinin ilişkisine etkisi çok fazla. İnanılmaz talihsiz bir şekilde annelerinin kullandığı arabanın altında kalan Joey’in, annesi için, rolünü üstlenmek ve bu olayı da unutması için kullandığı ilaçlarla hafızasının bir köşesinde olayın olduğu günü ve öncesini saklayıp kapatmak inanılmaz yorucu olmuş olmalı fakat John’un hatırlayamadığı bu istek tam olarak da oralarda saklı olduğu için unutulmuş anılardaki yolculuk daha rahatsız edici oldu benim için.


Giderek katlanan bir üzüntü yavaş yavaş boğazıma dayanıyor gibi hissettim.Anılarda geri gittikçe, bir başkasının görmemem gereken hatıralarında gezinmenin verdiği ufak bir rahatsızlık hissi de yok diyemem. Doktorların ayakkabılarını giyerek oynadığım bu oyunda aslında asla bilmemem gereken şeyleri kurcalıyordum. Ama hastanın istekleri ve bu isteklerin yerine getirilmesi önemli olan tek şeydi. Bir yandan da hikayenin nereye gideceğini ciddi anlamda merak ediyordum.

Tüm o zeytin kavanozları, neden aya gitmek istediğini bilememek, River’ın inatla tavşanı sorması… Yani bir şeyler hatırlatmaya çalışıyor oluşu çok aşikardı, bana kalırsa çok tipik bir kadın davranışı ama direkt söylemeden yılların geçmesini ve hatta ölmeyi beklemek… Biraz aşırı geldi ama tabii bunun River’ın iletişim sıkıntısı yaratan rahatsızlığıyla da paralelliği var.

Joey ve John’un çok kısa süreli hikayesi de beni inanılmaz etkiledi ama asıl olay bundan biraz daha öncesiymiş. River ve John’un ilk karşılaşmalarında birbirlerine verdikleri bir söz üzerine aslında John aya gitmek istiyormuş. Bütün tavşan gizemi çözüldüğü anda yüzümde inanılmaz aptal bir gülümseme geldi. Yıldızlara bakan iki çocuğun Ay’ı bir tavşanın göbeğine oturtacak şekilde yıldızlardan tavşan çizmesi üzerine ortaya çıkan dünyanın en sevimli sembolü belki de. Tam bu noktada duygusallıktan ağzım yüzüm dağılmışken River ve John kaybolurlarsa Ay’da buluşacaklarına dair birbirlerine söz verdiler. River’ın ölümüyle de John kaybolmuştu ve…


Pekala devamını yazamadım. Bu yazı benim için fazla duygusal. Dr. Rosalene’in muhteşem çözümü ise oyun boyunca beni en çok rahatsız eden şeydi. Yani teknik olarak yol kazaları üzerine çok fazla unsur olması ve haddinden fazla özel anı içermesi dışında gerçeği değiştirmek? Bu noktada oyunun başından beri yapmaya çalıştığımız şeyin aslında güzel bir şey olmadığını düşünmeye başladım işte.

Rosalene, River’ı John’un hayatından çıkarttı ve kardeşinin kazasını da olmamış gibi anılarında değiştirdi. John’u bir simülasyonun içine soktu yani, tam da yapması gerektiği gibi. Gerçek olmaktan çok uzak bir simülasyondu elbette bu. Şirkete başvuran hastaların son istekleri bu biliyorum fakat gerçek hayat devam ediyor. Yazıyı oynamadığı halde buraya kadar okumak isteyen arkadaşlar için söyleyeyim evet John Ay’a çıktı, kardeşi Joey’de John’un zihninde yaşıyor ve bir yazar ve John, River ile NASA’da karşılaşıyor.

River’da onunla beraber uzaya giden ekipteymiş güya… John’un River için bestelediği şarkının ise ismi artık To The Moon ve River bu ismi çok beğeniyor John’un zihninde. Her şey ne kadar romantik ve güzel, her şey ne kadar yolunda… Hayır değil. Hiçbir şey yolunda değil. River öldü ve John asla o tavşanların ne demek olduğunu hatırlayamadı. John asla River’a bazı şeyleri açıklayamadı. Bu saçma sapan simülasyonun içinde sahte bir mutlulukla öldü evet ama cidden bunu tercih etmek, insanın kendini bile isteye kandırması?


Beraber geçirdikleri onca anıya ihanet etmek. Hepsini kaybetmeye değer miydi? John River’ın elini tutup aya gittiğinde, yani en azından gittiğini sandığında bence tamamen kayboldu. Çünkü zihninde tanıdığı River hayatını geçirdiği kişi değildi. River ise kocasının kaybolduklarında buluşacakları yeri asla hatırlayamayacağını düşünerek öldü.

Şu an böyle bir teknolojinin olmamasına seviniyorum sanırım. Yaşamak için sadece tek bir hayatım var. İyi ya da kötü, mutlu ya da mutsuz. Sahip olduğum en gerçek şey anılarım ve onları değiştirip yerine sahtelerini koymak beni asla gülümsetmeyecek. Bazı şeylerden asla vazgeçmemelisiniz, anılar da onlardan biri.


To the Moon Oynanış Videosu



Get fast shipping, movies & more with Amazon Prime

Start free trial

Enjoy this blog? Subscribe to Rokoko

5 Comments