Otel Odası

45oT...q14d
22 Jan 2024
81

Kim bu kadın?
Neden küçük bir otel odasında yapayalnız oturuyor? Elindeki notta ne yazıyor?
Terk mi edilmiş? Yoksa birini mi terk etmiş?
Esere baktığımız anda pek çok soru dönüyor kafamızda. Ancak gerçekler hayat kadar basit aslında.

Bugün size Edward Hopper'ın 1931 yılında yaptığı ''Otel Odası'' adlı eserinden bahsedeceğim...


Eser ilk bakıştan itibaren bize kompozisyonundan dolayı son derece gizemli gelebilir. Az önce sorduğum soruları sormadan ya da eserde gördüğümüz kadının hayatına dair hikayeler uydurmadan duramayız. Otel odasının da kadının da son derece sade resmedildiğini görüyoruz. Ancak bu sadelik resimdeki ‘sıkıcı’ atmosferi güçlendiriyor. Odanın içindeki her şeyin basitliği, yarım açık olan pencereden görülen gecenin karanlığı, odadaki ışığın solukluğu, duvarların rengi...
Gördüğümüz her şey sanki içimizi sıkmak için tasarlanmış gibidir. Belli ki hava sıcak, bunu gece vakti açık pencereden ve kadının da ince giyiminden anlayabiliyoruz. Ancak konu itibariyle resimde ciddi bir soğuk etkisi hakim. Yoldan henüz geldiği çok belli olan bu kadın yatakta tek başına oturuyor. Bakış açımızın darlığı içimizi daha da sıkacak cinsten. Bavulunu açmamış, üstünü çıkartmış ancak başka bir şey giymeye de üşenmiş. Son derece yorgun ve bıkkın gözüküyor.

Bunu hem vücudunun duruşundan hem de yüzündeki gölgeden hissedebiliyoruz. Elinde okuduğu nottan dolayı hiç bir şey umurunda değilmiş gibi gözüküyor. Tabi o kağıt bir not ya da mektupsa...

Ancak resme bakarak bunu anlamak da çok güç.



Kıyafetlerini sağa sola çıkardıktan sonra öyle oturan kadının nereden geldiği ve nereye gideceği de merak konusu. Odanın atmosferine ek olarak onun bu üzgün duruşunu da incelediğimizde içinden çıkamadığımız bir melankoli hatta onun da ötesi bir iç daralması yaşıyoruz. Büyük şehir yalnızlığı Hopper’ın resimlerinde en etkili konudur. ‘Gece Kuşları’ adlı meşhur eserinden tutun da hemen hemen yaptığı tüm resimlerde yalnızlık ve hayatın sıkıcı durağanlığını hissedebilirsiniz.
1930’lu yıllarda Amerikan halkının yaşadığı modern hayat beraberinde onlara büyük bir yalnızlık da getirmişti. Büyük şehirlerde sanki sonsuz bir hiçliğin ortasında kalmış gibi gözüken figürleri insana her zaman hüzün vermektedir. Resmin oluşum hikayesi ve gizem perdesinin arkasında gerçekler de en az resim kadar sıkıcıdır. Bu iç daraltan kompozisyonda otel odasında bir başına oturan kadın hakkında, zihnimizde yarattığımız onca senaryonun ardından gerçekleri öğrendiğimizde resim daha da sıkıcı bir hal alıyor.

Resimde gördüğümüz kadın ressamın eşi Josephine Nivinson’dur. Josephine’in ve Hopper’ın anılarından yola çıkarak bu resim hakkındaki gerçekleri öğreniyoruz. Burada Hopper sevgili eşi ile bir tren yolculuğuna çıkıyor. Tren ile şehir şehir geziyor bazı şehirlerde bir kaç gün kalıyor ardından da başka bir trene binip seyahate devam ediyorlar. Bir gün girdikleri bir otel odasında Josephine, yorgun argın eşyalarını sağa sola atıyor ve yatağa oturup elindeki tren saatlerinin yazılı olduğu kağıda bakıyor. Bir sonraki tren ne zamanmış?
Aslında Hopper’ın genel olarak sanatında yansıtmak istediği temaya çok uygun bir kompozisyon olduğunu düşünüyorum. Modern yaşamın getirdiği bu hıza yetişemeyen bu insanlar aslında sanki gezmek için geziyor gibidirler. Hayatları, ara duraklarda kaldıkları otel odaları kadar sade, soğuk, samimiyetsiz ve sıkıcıdır. Yolculukları da aynı şekilde sadece bir değişiklik olsun diye çıkılan ama insanı yormaktan başka bir şey olmayan bir koşuşturma gibidir. Bu gibi düşüncelere ek olarak yatakta tek başına oturan karısının o anlık görüntüsü Hopper’ın tam resmetmek isteyeceği bir anı yansıtıyor.


Günümüzdeki yalnızlıkları, yabancılaşmaları ve pandemiyi görseydi, 1930’lara geri dönüp bir daha asla sıkılmayacağına söz verirdi...

Okuduğunuz için teşekkür ederim. Sanatla kalın. image






Get fast shipping, movies & more with Amazon Prime

Start free trial

Enjoy this blog? Subscribe to mustimonn

13 Comments