Tanrı Kuzusu
İspanyol Barok sanatının en önemli isimlerinden biri olan Zurbaran, yaptığı dini kompozisyonlar ile ülkesinde çok saygı duyulan bir ressam olmuştu. Ancak yaptığı tüm dini kompozisyonlar içinde biri ön plana çıkıyordu...
Barok sanatın gölge-ışık karşıtlığını muhteşem yansıtmasının dışında, sadeliği ve gerçekliği ile büyüleyici olan bu eserin adı ‘Agnus Dei’ yani ‘Tanrı Kuzusu’ olarak kayıt edildi. Madrid’de bulunan Prado Müzesini ziyaret edenler 1635 yılında resmedilen bu koyunu gördüklerinde önünden kolayca geçip gidemeyecekleri hemen anlarlar. Detaylıca incelenebilecek çok bir şey olmasa da sadeliğinin çekiciliği o kadar kuvvetli ki izleyici de resme bakarken kurban edilmek üzere olan koyun kadar sakinleşiyor. Barok sanatta hareketler ve devinimler önemlidir. Genellikle figürler yoğun bir hareket içinde yansıtılır. Hareket sürekli olarak devam ediyor gibidir. Ancak bu sahnede hareketsizlik sürekli olarak devam ediyor.
Tanrının Kuzusu kurban edilmek için huzur içinde hareketsiz bir halde bekliyor. Hristiyanlık inancına göre bu kuzu İsa’yı ve İsa’nın Tanrı adına kendini kurban etmesini sembolize etmektedir. İsa’nın kendini Tanrı adına kurban etmesinin sebebi ise çok daha eski bir dini olaya dayanmaktadır. Adem ve Havva yasak meyveyi yemiş ve cennetten kovulmuşlardır. Bu olaydan sonra insanlık günahkar olarak doğmaya başlar. Buna dayanamayan Tanrı, çok uzun yıllar nesilden nesle günahkar doğan insanların arasına kendi oğlunu gönderir. Oğlu aracılığıyla mesajını iletir ve daha sonra onun çarmıha gerilmesini sağlayarak insanlığın günahlarını temizlemek için kurban eder.
İsa kurban olacağını bilmektedir. Batı resminde de buna oldukça gönderme yapılır. İsa ve Meryem ilerde başlarına neyin geleceğini bilmektedirler. Bu hikayenin sonu çarmıhta bitecektir. İsa, havarilerine yaptığı çoğu konuşmada bunu belirtir. Hatta kaderini bile bile, çarmıhta acı içinde can vereceğini bilerek çıkar bu yola. Son Akşam Yemeği anlatısında Yahuda İskariot’un kendisini ele vereceğini bilmektedir.
Romalılar onu yakalamaya geldiğinde bıçağını çekip direnmeye çalışan Petrus’u sakinleştirir ve teslim olur. İşkenceleri ise büyük bir sessizlik ve sakinlik içinde karşılar. Eserde gördüğümüz kuzu tıpkı İsa gibi kaderini kabullenmiş bir bekleyiş içindedir. Beyaz kürkü kadar yumuşak olan ifadesi izleyiciyi adeta huzura davet ediyor. Aynı zamanda ölüme giderken takındığı bu alçakgönüllü ve huzurlu ifade aslında İsa’nın karakteristik özelliklerini yansıtıyor. Kuzu karanlık bir ortamda, üzerine kutsal bir ışık düşürülmüş şekilde resmedilmiş.
Bu ışık tanrının oğlunu gözettiğini, sevgisini onun üzerine verdiğini gösteriyor. Karanlık bir dünya içinde kalmış, kaderine boyun eğmiş olan bu kuzu, tanrının ışığı altında acılara son kez sessiz bir direniş sergiliyor. ‘Tanrı Kuzusu’ kompozisyonu sanatçının ilk defa yaptığı bir kompozisyon değil. Daha önce de farklı versiyonlarını yaptı ve bu eserinde mükemmele ulaştı. Hem ışık hem de kuzunun anatomisi burada inanılmaz bir başarı ile resmedilmiş. Ayrıca diğer resimlerde kuzunun boynuzlarına yer verilmezken burada gördüğümüz versiyonda kuzunun güçlü boynuzlara sahip olması son derece dikkat çekicidir. Zurbaran bu versiyonda kuzunun daha güçlü ve görkemli gözükmesini istemiş olabilir. Tanrının Kuzusu, güçsüz ve çaresiz değildir demek istiyor. Boynuzlar, İsa’nın sembolünü güçlendirerek önceki versiyonlarda gözlenen acizliği ortadan kaldırıyor. Ayrıca diğer versiyonlarda kuzunun başında ışık huzmeleri yer alıyorken burada öyle bir detaya da yer verilmemiştir.
Yani gördüğümüz kuzu sadece bir kuzu gibi gözükür. Zurbaran, eseri için hiç bir açıklama eklememiş, herhangi bir sembol kullanımına yer vermemiştir. Bu da izleyicinin doğrudan kuzu ile iletişime geçmesini hatta onunla empati kurmasını sağlar. Sanat tarihinde pek çok ressam bu konuyu ele almış, ancak kimse İspanyol Zurbaran kadar etkili bir resim yapamamıştır.
Sevilla doğumlu sanatçı genellikle azizlerin ve manastır hayatının sahnelerini yaparak bu konularda uzmanlaşmıştır. 1634 yılında, arkadaşı Diego Velazquez’in referansı ile Madrid sarayına davet edilmiştir. Madrid’de geçirdiği yıllarda kendisini geliştiren ve saraydaki pek çok ustanın eserlerini yakından inceleme fırsatı bulan sanatçı, Sevilla’ya döndüğünde kendi tarzını net bir şekilde oturtur ve Barok sanatı kendince ele almaya başlar.
Daha önce de belirttiğim gibi, Barok sanatta daha hareketli figürlere yer verilirken Zurbaran bunu yapmaz. Onun figürleri statik ve bir o kadar da anıtsal görünürler.
Bu figürler barok sanatın en güçlü özelliği olan gölge-ışık zıtlığı içerisinde bizlere sunulur.
Okuduğunuz için teşekkürler, sanatla kalın...