KURMACA PART 2
“Yani Doktor Bey çok şükür bir derdimiz, tasamız yok. Ya da olabilir. Bir dakika, evet var! Bu insanlardan, bunlardan ve şunlardan, hepsinden şikâyetçiyim Doktor Bey. Beni anlamıyorlar. Anlamaya çalışmıyorlar. Tembellikten birini anlamayı unutmuşlar. Oradan oraya koşup duruyor, durup düşünmüyorlar. Yoksa ben mi anlatamıyorum Bey Amca?” “ Valla yeğenim ben de anlamadım seni, hiç bana bulaşma. Aha doktor, ona anlat derdini.” “Üşüyor musun sen?” “Tövbe tövbee! Delinin zoruna bak. Doktor Bey ben hava alayım biraz. Bunun zararı kendine.” “Dün geceden bahsedelim. Kriz geçirmişsiniz. Nasıl gelişti olay?” “Bizim bir komşu var, pek sevmem, zaten kimse sevmez. Eğlence olsun diye onu kovaladım. Ama görmeniz lazım nasıl kaçıyor, topukları çarpa çarpa. Sonrasını hatırlamıyorum. Galiba koşarken biraz terlemişim. Hoop buradayım. Ha-Hay.” Halbuki ben şakayla karışık biraz korkutacaktım. ‘Bırakın çocukları istedikleri yerde oynasınlar.’ diyecektim. ‘Her işe karışmayın, her şeyden anlamayın. Bırakın mahallemiz biraz rahatlasın, nefes alsın’ gibi beylik laflar edecektim. “Çocukların içinden geçenleri duyduğunuzu, akıllarını okuyabildiğinizi söylemişsiniz. Sizce böyle bir şey gerçek olabilir mi?” Sakın ısrar etme. ‘Olmaz olur mu?’ deme. Lütfen saçmalama Selim’ciğim. Makul ol biraz! “Neden olmasın Doktor Bey? Her şey mümkün. Lütfen siz de şizofreni zırvalarından bahsetmeye başlamayın. Bunları dinlemekten sıkıldım artık.” Senden de sıkıldım Doktor. Acınacak haldesin. Sen bile sıkılmışsın kendinden. “Geçmişinize göz attım. Aileniz tarafından yuvaya bırakılmışsınız. Zor zamanlar, terk edilmişlik duygusu, yalnızlık, yaşanamayan bir çocukluk evresi... Aslında bu birçok şeyi açıklıyor. Çocuk sesleri içinde büyümüş olsanız da içinde bulunduğunuz şartlar çocuk olmanıza izin vermemiş. Tüm o sesler…” “Ne büyük trajedi!.. Sizce her şeyin mantıklı bir açıklaması olmalı değil mi? Farklı olmak, alışılmışın dışına çıkmak mı suç olan? Tek tipleştirmeye çalıştığınız çocuklardan olmadım, olamadım, olmayı da istemedim. İtilmişlik mi, yalnızlık mı, geçin bunları? Ben yalnızım da siz değil misiniz? Bu yalnızlığı nasıl yorumladığınızla ilgili.” “Ne demek istiyorsunuz?” “İnsan diyorum. Doğarken yalnız olduğu gibi yaşarken de yalnızdır aslında. Özünüze bakarsanız bunu net görürsünüz.” “Yalnız değilim.” “Peki, kaç bedenin bir olmasıyla varsınız?” “Saçma. Yalnız olmamak için başka bedenlerin bedenimde yer alması gerekmiyor.” “Öyleyse yanınızda duran ve size sevgi gösteren insanların varlığı ile var olduğunuzu, yoklukları ile de hiç olduğunuzu nasıl düşünebiliyorsunuz?” Zihni karıştı. Ne diyeceğini, nasıl karşı çıkacağını bilemedi. Varlığını çok kılanın ani yokluğuyla düştüğünü, bir daha da kalkamadığını hatırladı. Bu adam kimdi, nasıl bir şeydi? Mahvolmuşluğunu nasıl bilebilirdi? “Yalnız kalmadım hiç. Evet, sizi hayal kırıklığına uğratacağım ama hiç yalnız olmadım doktor. Raskolnikov o cinayeti işlerken yanındaydım. Genç Werther’in acılarını beynimin her kıvrımında hissettim. Oblomov’u o miskinlikten kurtarmak için neler yaptım bilseniz. Gregor’un gezdiği her duvarda benden bir parça var. Gecekondu mahallesindeki evinde Hikmet’le ne oyunlar yazdık, ne oyunlar oynadık. Daha sayayım mı? Kitaplarda yaşayanlar yalnız kalmaz doktor. Kimi spora, öteki paraya, beriki çaya, şiire, tutunur. Ben de kitapları seçtim. Okudum, okudum, okudum. Sonra o sesleri hiç duymaz oldum. Ama şimdi hepsini duyuyorum işte. Neden bırakmıyorsunuz yakamı?” Allah’ım bir şey söyle şunlara! “Selim Bey, emin olun doktor olmasaydım sizi en iyi ben anlardım. Ama öyleyim ve sizinle açık konuşacağım. Gerçeklikle bağınız azalıyor. Nöbetler geçiriyorsunuz. Hatta dün gece…” “O adamı öldürmezdim merak etmeyin. Çocukları anlamak, hatta çocuk olmak hastalıksa kapatın beni zindanlara. Ne de olsa alışıksınız siz. İçinizde -en derine- bıraktığınız çocuğa yaptığınız gibi yapın. Daha mantıklı, daha ciddi davranın. Herkes gibi olun. Aman, sürüden ayrılmayın. Yoksa işaret parmaklarıyla sizi de gösterirler. Evet, duyuyorum, anlıyorum, hissediyorum. Ne kadar saflar bir bilseniz...” “Selim Bey, bunların hepsi kurmaca!” “Duyuyorum diyorum doktor, gerçekten duyuyorum. Anlamıyor musun?” “Aklının bir oyunu bunlar.” “Oyun oynamıyoruz burada doktor. Hasta değilim ben!” “Belki de dünyanın geri kalanıdır hasta olan!” Zaten hasta olup da gelenini görmedik ki. Allah’ım nelerle uğraşıyorum ben? Ne işim var burada? “Olabilir. Bence bir mahsuru yok. Ha-hay!” Rüstem odaya yanında küçük bir çocukla girdi. Ulan bir bebe bakıcılığımız eksikti, şimdi tam oldu. Kadın, postacı gibi bunu elime tutuşturup gitti iyi mi? Doktor arkasını döndüğünde kızını görünce afalladı. “Ne işin var kızım burada?” “Neden şaşırıyorsun doktor? Kızın bile anlamış. Boy boy, renk renk valizleriyle yeni karın seni terk etmiş. Ama bunun tek suçlusu sensin, bu kendini bilmezliğin doktor. “Nasıl yani, neden, ne demek istiyorsun?” “Annene ve eski karına kızman, içerlemen seni daha az suçlu yapmaz. Seni daha haklı, daha mazur da göstermez. Aksine kabahati başkasında bulmak, diğer insanları kötülemek kendi zayıflığımızın tezahüratı değil de nedir? Neden çareyi hep dışarıda arıyoruz? “Kimseyi suçlamıyorum. Bir şey aradığım yok, bulduğum da.” “Başkalarının kusurunu görmekte bu kadar münevverken neden dönüp içimize bakamıyoruz? Çünkü korkuyoruz doktorcuğum, korkuyoruz. Kendimizi bilmekten, tanımaktan, tanıyıp da sevmemekten korkuyoruz. Başkasıyla ilgili havadislere sahip olmayı özümüze vakıf olmaktan elzem sayıyoruz. Hâlbuki insan kendinde başlayıp kendinde bitiyor. Biz bunu inkâra kalkıyor, içimizde bir yabancıyla yaşamaya mahkûm oluyoruz. İnsanın kendini bilmemesinden daha elim yalnızlık olur mu? Bu yalnızlığın çaresi başka yerde bulunur mu?” “Tamam, tamam, sakin ol. Otur yerine!” Selim yatağın üstüne fırlayıp –önce doktora sonra uzaklara bakarak- olağan gücüyle haykırdı: “Biri bizi kurtarmalı doktorcuğum. Bir kahraman çıkıp, dünyayı değilse bile içimizi kurtarmalı. Bu gidişata, körlüğe, sefilliğe son vermeli. Biri haddimizi bildirmeli. Bize, ‘Ulan İnsanoğlu bu kadar gittiğin yeter, kendine gel!’ demeli.” Rüstem atılır: “Gel ulan buraya. Ne bağırıyorsun deli?”