Pierre Bourdieu Habitus- Sermaye- Alan

HUZx...6ZPv
19 Jan 2024
33

1.1. Yaşam Öyküsü
Hayatı hakkında pek konuşmayan hatta entelektüellerin kişisel hikâye ve gözlemlerini anlatmasına sıcak bakmayan Pierre Bourdieu, 1930’da Fransa’da küçük bir kasaba olan Denguin’de doğdu, orta-alt sınıf bir ailede büyüdü. 1950’lerin başında Paris’te saygın bir üniversite olan Ecole Normale Superieure’a devam etti ve oradan mezun oldu. Ancak kısmen, eğitiminin sıradan niteliğine ve okulun otoriter yapısına itiraz ettiği için bir tez yazmayı reddetti. Bourdieu, kısa bir süre bir taşra okulunda eğitim gördü ancak 1956’da askere alındı ve iki yılını Fransız Ordusu ile birlikte Cezayir’de geçirdi. O deneyimleri hakkında bir kitap yazdı ve askeri görev süresi bittikten sonra iki yıl daha Cezayir’de kaldı. Bourdieu, 1960’lı yılların başında Cezayir’den ayrıldı ve Avrupa Sosyoloji Merkezi’nin direktörlüğünü yapacağı Paris’e döndü. Bu yıllarında özellikle Batı devletleri ile ilgili çalışmalar yaptı ve “kültürel sermaye” denilen olguyu ortaya çıkardı. 1968’de Centre de Soviologie Européenne kuruldu ve Bourdieu, ölümüne kadar onun başkanı oldu. Raymond Aron, 1981’de emekli olduğunda Colloge de France’daki saygın sosyoloji kürsüsü boşaldı ve önde gelen Fransız sosyologlarından çoğu onun için rekabete girdiler. Bununlar birlikte, kürsü Bourdieu’ye verildi. Bundan sonra Bourdieu, gerektiğinde, öncesinden daha üretken oldu ve onun ünü büyümeye devam etti.1 1980’lerin sonunda yazar A.B.D.’li akademisyenlerin yazılarında alıntı yaptıkları Fransız sosyal bilimcilerden biri oldu. 1990’ların ortalarından itibaren yazar akademik çevreler dışındaki bir dizi etkinlikte yer aldı. 24 Ocak 2002’de, Paris St. Antoine Hastanesi’nde kanserden öldü.
4 1.2. Eserleri
Pierre Bourdieu’nün “Ayrım” ve “Pratiğin Mantığı” adlı temel eserlerinin yayımlanması 1981’de ona dünya çapında ünlü Fransız Koleji’nde Sosyoloji Kürsüsünü kazandırmıştı. 1980’de yirmi yıldır sürdürülen Dil ve Sembolik Güç (1990), Homo academicus (1984/1988), Devlet Soyluluğu (1989/1997) ve Sanatın Kuralları (1992/1997) gibi büyük beğeni toplayan meşakkatli araştırmalar yapmıştır. Bu aşamadan sonra erkek egemenliği, devletin tarihsel oluşumu, gazetecilik, toplumsal sefalet ve televizyon gibi konulara değinen Bourdieu, 30’dan fazla kitap ve 400’e yakın makale yazmıştır. Bourdieu’nün önemli eserleri:  Toplum Bilim Sorunları  Pratik Nedenler  Televizyon Üzerine  Politikanın Krizi, Entelektüeller, Medya  Karşı Ateşler  Toplumsal Uzam ve Sembolik İktidar  Düşünümsel Bir Antropoloji İçin Cevaplar; gibi eserlerdir.
1.3. Sosyolojisine Ve Temel Kavramları
Bourdieu’ye göre sosyoloji eleştirel bir konuma sahip olmalıdır. Dolayısıyla olayların üzerindeki örtüyü kaldırmalı ve sorun yaratan, sorun çıkaran bir bilim olmalıdır. Çünkü sosyoloji, kimi zaman bastırılmış ve gizli şeyleri ortaya çıkarır. Mesela Bourdieu; bilimsel dünya da bilimcilerin yöneldiği ödüller ve diğer keşifler önceliği bilimcileri yönlendirmiş ve de onların kendi aralarında bir ödüle sahip olmak için sürdürdükleri rekabeti, bilimlerin kutsallığı altına gizlendiklerini belirtmiştir. Bourdieu’ye göre sosyal dünyayı anlamak, dünyadaki bütün iktidarları sorgulamakla başlar ve bu görev sosyolojinin ana konusudur. Ona göre sosyoloji, bilimsel işlevi ne kadar yerine getirirse, iktidarı o kadar hayal kırıklığına uğratır ve yalanlar. Bu açıdan sosyoloji, çıkarı olan herkesi rahatsız eden bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu konu ile ilgili Bourdieu şunları belirtmiştir: “Sosyoloji bilimi işlevini ne kadar yerine getirirse iktidarları, hayal kırıklığına uğratma ve yalanlama şansına o kadar fazla sahiptir. Bu işlev, bir şeyin ya da birinin işine yaramak değildir. Sosyolojinin bir şeyin işine yaramasını istemek her zaman onun iktidara hizmet etmesini istemektir. Oysaki onun bilimsel işlevi iktidardan başlayarak sosyal bilimleri anlamaktır. Bu, sosyal olarak yansız olmayan ve hiç kuşkusuz sosyal işlevini yerine getiren bir işlemdir. Bunun nedenlerinden biri her iktidarın, etkinliğinin bir bölümünü kendisi oluşturan mekanizmaların bilinmesine borçlu olmasıdır.” Öte yandan Bourdieu, sosyolojinin bir amaca hizmet etmesini desteklemediği gibi, sosyolojinin tarafsız kalmasını söyleyenleri de desteklemez. Çünkü taraflılık iktidara hizmet olarak görülürken; tarafsız olmayan olayları analiz etme gibi gösterilir. Dolayısıyla Bourdieu, sosyolojinin ne “taraflı” ne de “tarafsız” olduğunu belirtir. Sosyolojinin amacı, toplumun yapısını iktidar ilişkilerinden başlayarak açıklamaktır. Böylece iktidar, açık ve gizli tüm mekanizmaları ile anlaşılacaktır. Bourdieu’nün sosyolojisinde önemli rol üstlenen, onun kuramının “kilit taşı” diyebileceğimiz bazı kavramlar vardır. Bu kavramlar: Habitus, sermaye, alan ve sınıf kavramlarıdır. Bourdieu, çalışmalarıyla sosyoloji alanına özellikle “Habitus” gibi önemli kavramsal açılımlar getirmiştir.
1.3.1.Habitus
Bourdieu’nün Habitus kavramına pek çok sosyolog ve antropolog aşina olmakla birlikte ondan önce de birçok düşünür öne atmıştır. Durkheim “Fransa’da Pedagojinin Evrimi” adlı derslerinde (1904-1905), Marcel Mouss “Beden Teknikleri Üzerine” makalesinde (1934) ve Max Weber de “Ekonomi Ve Toplum” da “Dinsel Çilecilik” (1918) adlı tartışmasında Habitus kavramını farklı içerikleriyle kullanmışlardır. Ancak bu düşünürlerden hiçbiri Habitus kavramına Bourdieu gibi belirleyici bir rol yüklememiştir. Bourdieu’nün Habitus kavramı, insanların belirli kültürler veya alt kültür içerisinde yaşamaları sonucunda zihinlerinde sahip oldukları bilgi stokunu anlatır. Bourdieu’nün eylem teorisinin ana odağını Habitus kavramı oluşturur. Bu bağlamda eylem teorisi, eylemin sadece oluşturucu yönüne vurgu yapan fenomenoloji ile eylemin sadece oluşturulmuş yönüne vurgu yapan yapısalcılık gibi iki karşıt yaklaşımdan ayrışır. Bourdieu’ye göre toplumsal yaşam, yapılar, eylemler ve yatkınlıkların karşılıklı birbirleriyle etkileşimi ile oluşurken, eylemi, toplumsal yapılar ve bu yapılara dair cisimleşmiş bilgi yönlendirir. Böylece Bourdieu, toplumsal eyleme, “yapılaştıran yapılar” ve “yapılaşmış yapılar”ın şekil verdiğine ve eylemin bunlar tarafından şekillendirildiğine vurgu yapar. Eylem, doğrudan doğruya alışkanlıklarımızdan oluşmaz; eylem, kültürel yönelimlerimiz, kişisel yörüngemiz ve toplumsal etkileşim oyununu oynama yeteneğimizin oluşturduğu bir doğaçlama sürecidir. Bourdieu bu yapısal doğaçlama yeteneğini “Habitus” olarak adlandırır ve devamlılık ve aktarılabilir olma özeliğine vurgu yaparken, habitus kavramının biriktirmeyi de içerdiğine işaret eder.5 Bourdieu durumu şöyle ifade eder: “Tarihin ürünü olarak Habitus, tarih tarafından oluşturulan düzenekler doğrultusunda bireysel ve kolektif eylemi üretir. Her organizmada algı, düşünce ve eylem düzenekler olarak yer alan, eylemlerin “doğruluğunu” ve zaman içerisinde istikrarlığını güvence altına alan, tüm formel kurallardan ve belli normlardan daha sağlam olan geçmiş deneyimlerin etkin varlığını sağlar.”
Çocuk başkalarının eylemlerini taklit ettikçe ve biçimleri anladıkça Habitus’u de gelişir. Birey tıpkı anadilinin gramerini anladığı gibi akrabalık, yemek pişirme, politika ve tarz gibi alanların içerdiği kodların anlamlarını da zaman içinde kavrar. Bununla birlikte Habitus değişmez değildir. İnsanlar büyüdükçe yeni koşullara uyum sağlamayı öğrenirler ve böylece Habitus’lerini bir kasıt olmaksızın dönüştürürler. Bu durumda Habitus’un bugünün içinde yaşayan geçmiş olduğu ve gelecek için devamlılığını kendi kuralları doğrultusunda yapılandırılmış eylemlerle sağladığı söylenebilir.6 Habitus kavramı, pek çok yorumcuya göre alışkanlık kavramı ile bağıntılı görünse de, kavram, Bourdieu sosyolojisinde edinilmiş olan, bedende cisimleşen bir şeydir. Böylece Habitus özel bir düşünce tarzına ait bireysel ve kolektif bir tarihe bağlıdır. Habitus, geçmiş tecrübelere dayalı strateji üretici bir ilkedir ve kişinin neler istediği ve ilişkilerinde neler sağlayabileceği konusundaki beklentilerini besleyen eğilimlerin toplamıdır. Mesela bir hukukçu, işçi olan bir kişiye göre daha iyi beklentilere sahiptir. Yani hem geçmişten kazandığı yapısalcı durum söz konusudur, hem de geçmişten edinilen bilgiler aracılığıyla ileride karşılaşabileceği durumların neler olabileceğini kestirebilir. İşte bu durum Habitus kavramını içerir. Habitus kavramının işlevlerinden biri de özel bir eyleyicinin ya da bir eyleyiciler sınıfının (Balzac ve Flaubert gibi yazarların romanlarının geçtiği mekânları betimlerken incelikli bir biçimde dile getirdikleri –Goriot Baba’daki Vauquer pansiyonu ya da Duygusal Eğitim’in farklı kahramanları tarafından tüketilen yiyecek ve içecekler gibi- ve aynı zamanda o mekânda yaşayan kahramanı betimlemenin de yöntemi olan) pratikleriyle mallarını/varlıklarını birleştiren tarz bildiğini aktarabilmektir. Habitus, bir konumun içkin ve bağıntısal özelliklerini bütünleşik bir hayat tarzında, yani insanlar, mekânlar ve pratiklerle ilgili bütünleşik bir tercih dizisini dile getiren can verici ve birleştirici kökendir. Tıpkı kendini üreten konumlar gibi Habitus’ler da farklılaşmış; ama aynı zamanda farklılaştırıcıdırlar. Ayrışmış, ayrıdırlar; ama aynı zamanda ayrımları getirirler: Farklı farklılaşma ilkelerini hayata geçirir ya da ortak farklılaşma ilkelerini farklı biçimde kullanırlar. Habitus’ler ayrı ve ayrıştırıcı pratikler doğurur – bir işçinin yediği şey, özellikle de yeme biçimi, yaptığı spor ve yapma biçimi, siyasal kanaatleri ve bu kanaletleri ifade etme biçimi sanayici patronun bunlara tekabül eden tüketimleri ve etkinliklerinden sistematik olarak farklıdır; ancak bunlar, aynı zamanda sınıflandırıcı şemalardır, farklı sınıflandırma ilkeleri, farklı görü ve ayrım ilkeleri, farklı zevklerdir. İyi ile kötü, güzel ile çirkin, saygın ile kaba, vb. arasındaki ayrımları saptarlar ama bu ayrımlar özdeş değildir. Örneğin, aynı davranış ya da aynı eşya birisine saygın, diğerine fazla iddialı ya da gösterişli, bir üçüncüye de çok kaba görünebilir.
1.3.2.Sermaye
Habitus kavramı anlaşılır bir biçimde belirlendikten sonra P. Bourdieu yine bu kavramın bir devamı ya da genişletilmesi anlamına gelebilecek bir dizi kavram geliştirmiştir. P. Bourdieu’nün sosyolojik anlayışında bir toplumun daha doğru bir ifadeyle sosyal dünyanın nasıl çalıştığını doğru anlayabilmek için oldukça önemli olan sermaye kavramı, “toplumun biriktirilmiş tarihi”dir. Sermaye, ya materyal şeklinde ya da içselleştirilmiş “katılmış” şekilde biriktirilmiş iştir. Her bir aktör ya da grup tarafından sermaye şahsen ve özel olarak öğrenilir ki bu şekilde metalaştırılmış ya da canlı iş şeklinde sosyal enerjinin sahiplenilmesi de mümkündür. Sermaye kavramının asıl yerinin Marx sosyolojisi olduğu ifade edilebilir. Marx, sermaye ile bizim bildiğimiz parasal durumu ifade etmeye çalışmıştır. Aslında bu sadece parasal durumu değil, burjuvayı burjuva yapan her şeydir. Marx, özellikle sermaye birikiminden bahsederken sadece bu durumu değil, burjuvaya katkı sağlayan taşınamaz varlık, donanım, makineler, binalar vb. fenomenleri sermaye kavramı içerisine katar ve sermaye birikimiyle vurgulanmak istenen amaç, kapitalist üretim tarzına, yani modern kapitalist sisteme özgü olan dinamiği sağlamaktır. Ve artı değer yaratılması amacıyla işçilerin sömürülmesine dayanır. Bourdieu’de ise sermaye kavramı tamamen form değiştirmiş ve “sosyal” olan bir tanıma büründürülmüştür. Bourdieu için sosyal sermaye, kişinin bir toplumsal alana katılımını ve katılımından sonraki bu alan içerisinde rekabeti getirdiği özel kazançlara ulaşılmayı mümkün kılan bir kaynaktır. O, sosyal sermayeyi ilk kez şöyle tanımlamıştır: “Gerekli olduğunda faydalı destekler sağlayan toplumsal ilişkilerin sermayesi; herhangi bir toplumsal açıdan önemli konumlara, örneğin siyasi bir kariyer gibi aynı zamanda para değeri de olan konumlara, sahip olan müşterilerin ilgisini çekmek istediğinde çoğu zaman vazgeçilmez olan saygınlığın ve onurluluğun sermayesidir. Sosyal sermaye, gerçekte ve uygulamada karşılıklı tanışıklık ve tanımaya dayalı olarak az ya da çok kurumsallaşmış, uzun ömürlü iletişim ağına sahip olması nedeniyle, bir bireyin veya bir grubun haklı olarak hissesine düşen kaynakların bir toplamıdır.”

Yani Bourdieu, sermayeye fayda ve çıkar sağlayan bir rol yükler. Pierre Bourdieu sermayeyi üçe ayırır: Bunlar sırasıyla ekonomik, kültürel ve sosyal sermayelerdir. Bu üç sermaye türü aslında oldukça yakın bir biçimde birbirine bağlıdır. Sermaye türleri arasındaki söz konusu bu yakın ilişki, her bir sermaye türünün diğeri ile arasında ayrılmaz bir işbirliği olduğu anlamına gelir. Buna göre sermaye kendini üç farklı şekilde kendini gösterir: “Anında ve doğrudan paraya çevrilebilir ve mülkiyet hakları biçiminde kurumsallaştırılabilir olan ekonomik sermaye; belirli şartlar içinde ekonomik sermayeye çevrilebilir olan ve eğitim vasıfları biçimlerinde kurumsallaştırılabilir olan kültürel sermaye, ve son olarak toplumsal yükümlülüklerden (“bağlantılar”) oluşan, belirli şartlar içinde ekonomik sermayeye çevrilebilir ve bir soyluluk ünvanı gibi biçimlerde kurumsallaştırılabilir olan sosyal sermaye.”Bourdieu bunların dışında bir de sembolik sermayeden söz eder. Sembolik sermaye ise ( Örneğin, “bahşettikleri” zaman ve paraya hayırseverlik yüklemenin bir sonucu olarak üst sınıfın üyelerine ahlaki nitelikler atfettiğimizde) bireyin kendisiyle alakalı olan görünüş, şeref, prestij, duruş ve konuşma gibi özellikleridir. Sermaye, Bourdieu’ye göre Habitus ile alakalıdır. Çünkü Habitus kavramı bizim aldığımız kültürel mirası ve onunla davranmayı temsil eder. Sembolik durum ise aslında geçmişten gelen kazanımlarla oluşur. Ve ortaya çıkar. Bu açıdan Habitus’un, sembolik sermayenin ve kültürel sermayenin birbiriyle ilişkili olduğu söylenebilir.
1.3.3.Alan
Bourdieu, Habitus ve sermaye tanımlamasından sonra, onunla ve özellikle de Habitus’la ilişkilendirdiği alan kavramına geçer. Habitus ve alan arasındaki ilişki iki şekilde işler. Bir yanda o koşullandırıcı bir ilişkidir: Alan, bir alanın ( veya hiyerarşik olarak kesin bir alanlar dizisinin ) içkin zorunluluğunun cisimleşmesinin ürünü olan Habitus’u yapılandırır. Öte yandan, bir bilgi veya bilişsel inşa ilişkisidir: Habitus alanın anlamlı bir dünya olarak, kişinin enerji yatırımı yapmasına değer anlam ve değer yüklü bir dünya olarak inşasına katkıda bulunur. Buradan iki şey çıkar: İlk olarak, bilgi ilişkisi, söz konusu bilgiden önce gelen ve Habitus’la ilgili yapıları biçimlendiren koşullandırıcı ilişkiye bağlıdır; ikinci olarak, sosyal bilim zorunlu olarak bir “bilginin bilgisi”dir.
Ve alana ilişkin temel deneyimlerin veya daha kesin bir ifadeyle, farklı alan tipleriyle Habitus tipleri arasındaki ilişkinin sabiteleri ve değişkenlerinin sosyolojik olarak temellendirilmiş bir fenomenolojisine yer vermek zorundadır. İnsanlar; sanat, bilim, din, ekonomi ve siyaset gibi farklı hayat alanları, kendilerine ait kurallar, düzenlilikler ve otorite biçimlerine sahip farklı yaşam alanları oluşturma eğilimindedirler. Bir alanın ilk olarak içinde konumlandığı şeye, içinde bulunan alan kendi belirlenimlerini dayatır, bu, Bourdieu’nün deyimiyle “güç alanıdır”. Nitekim bilim alanında bilim adamı olmak isteyen biri, eğer bilim dünyası içerisine yerleşmek istiyorsa bilimsel çerçevenin adetleri ve düzenlemelerine bağlı kalmaktan başka bir yol seçemez. İkinci olarak ise bir alan, içerisinde bulunan aktörlerin vücut durumuna, korumaya veya değiştirmeye çalıştıkları mücadele arenasıdır, burada hiyerarşik bir savaş söz konusudur. Bourdieu buna “savaş alanı” der. Bunun beraberinde alan, zaman içerisinde ortaya çıkan, gelişen, değişen ve kaybolan bir durum olarak karşımıza çıkar. Bu da onun üçüncü özelliğidir, yani “özerklik derecesi”dir. Bu durumda alan, gelişim sırasında kendini dış etkenlerden yalıtma, komşu ve davetsiz olanlar üzerinden ve de onlara karşı kendi kriterlerini geliştirme aşamasına sahiptir. Demek ki her alan, kendi ilkelerini savunan ve savunduğu ilkeleri geliştirmek için dış güçlerin desteğine ihtiyaç duymaları nedeniyle farklı standart getirmeye çalışanlar arasında süregelen bir çatışma alanıdır. Alanda koruma, takip etme ve altüst etme stratejileri birbirini izler. Koruma stratejisini, alandaki statülerini devam ettirmek isteyen baskın gruplar uygular. Alana yeni girenlerce benimsenen strateji ise takiptir. Bunlar hâkim konumlar elde etmek için uygun fırsatları kollarlar. Bourdieu, alandaki herkesin güç alanında yer almak mücadelesi içinde olduğu ve yeni girenlerin de bundan beri olmadığını iddia eder. Altüst etme stratejisi, baskın grupların elindeki sermayede göze en az görünen ve alanın meşruiyetini en esaslı sorgulayan marjinal bir gruba aittir. Ancak bu sorgulama her zaman aynı tempoda gitmeyebilir. Alanda; koruma, takip etme, altüst etme ilişkisini şöyle belirtebiliriz. Koruma: Egemenliklerin savunulmasını; Takip: Yeni girenlerin egemenleri takibini; Altüst etme: Egemenlerin güç kaybetmesi ve ilerleyebilmesi ya da alt grupların müdahalesini; içerir. Tüm bunlarla beraber Bourdieu, alanı bir oyuna benzetir. Mesela kültürel alanlar, ekonomik ve siyasi iktidarın elinden kurtuldukça, var olan sosyal düzenlemeleri meşrulaştırma fonksiyonlarını artırırlar. Örneğin eğitim alanının, kimin eğitim alıp alamayacağını belirlemesi, aktör üzerindeki kontrolü ve ürettiği ideolojiyle özerk ve egemen hale gelir ve de eşitsizliği meşru gösterir. Yani Bourdieu, toplumsal dünyayı görece bir bilimden özerk olanların oluşturduğunu ifade etmiştir. Alan kavramını farklı kılan etkenlerden biri, ekonomik kutup ve entelektüel kutup arasındaki mesafenin, çatışmanın ve ilkinin ikinci üzerindeki tahakküm düzeyinin çeşitliliğini sorgulamaya imkân tanımasıdır. Bir dereceye kadar, egemenler aynı okullarda eğitim aldığı için karşılaştığın daha belirsiz olduğu ABD de aynı çapraz yapı bulunabilir.
2. EĞİTİM, KÜLTÜR VE TOPLUMSAL EŞİTSİZLİK
Bourdieu, ikinci dünya savaşı sonrası dönemde toplumsal eşitsizliği azaltmak üzere eğitim fırsatlarını yaygınlaştırmaya yönelik popüler politikalara eleştirel yaklaşan ilk sosyologlardandır. Bütün batı demokrasilerinde son kırk yıl içinde eğitim düzeyleri muazzam bir artış göstermiş olsa da, servet, gelir ve statü eşitsizlikleri hâlâ çarpıcı seviyededir. Bourdieu’ye göre eğitim, miras alınmış kültürel farklılıkların akademik başarıyı ve mesleki fırsatları şekillendirmesini sağlayarak, gerçekte eşitliksiz bir toplumsal düzenin idamesine katkıda bulunur. Bourdieu’nün Fransız eğitim sistemini konu alan ilk eserlerinden biri olan Les Héritiers, eğitimin yaygınlaştırılmasına rağmen Fransız üniversitelerinde orta ve üst sınıfların aşırı temsilini kanıtlayan belgeler sunar. Bourdieu daha sonraki eserlerinde Fransız eğitim sisteminin sosyolojik açıdan tabakalaşmış niteliğini sürekli vurgular.Ev ve okul arasındaki ilişkiler odak noktası olarak ele alan P. Bourdieu, okulların toplumsal ve kültürel eşitsizlikleri bir kuşaktan diğerine aktarması ile yakından ilgilenmiştir. Ona göre, Habitus ve kültürel sermaye bu sürecin yeniden üretiminde kullanılan kavramlardır. Bourdieu’ye göre, eğitimsel başarı için, kültürlenmiş bir davranışlar bütününe ihtiyaç vardır. Sizi yükseköğretime, iş görüşmelerine, yönetim kurulu salonlarına ve benzerlerine özgüvenle taşıyan budur. Üst ve orta sınıf ailelerin öğrencileri bu davranışları öğrenmişler, işçi sınıfından yaşıtları öğrenmemişlerdir. Sonuçta ayrıcalıklı olanlar, eğitim sistemi içinde başarılı olmuşlardır ve aileleri meşru ve görünüşe göre dürüstçe, kendilerinin sınıf durumunu kuşaktan kuşağa yeniden üretebilmişlerdir.
Bourdieu, aynı zamanda, akademik başarı ile toplumsal köken arasındaki istatistiksel bağlantının açıklanması olarak, burada mekanik hiçbir olgu olmadığını vurgular. Bu, öğrenci ve profesörlerin “gerçeği inşa etmekte kullandıkları araçlar- bilimsel nitelikli sınıflandırmalar” yolu ile “sayısız değerlendirme- kendi kendini değerlendirmenin” sonucudur.. Bourdieu Grande Ecole’e girenler arasında bir çalışma yapmış ve şu sonuçlara varmıştır:
1-. Grande Ecole’e Girenlerin Toplumsal Kökeni: 1952 ve 1982 Ekonomik sermaye bakımından en zengin olan egemen sınıfın ve orta sınıfın bu bölümleri (yani sanayi ve ticaret çalışanları, zanaatkârlar ve ticaret erbabı) kendi toplumsal yeniden üretimlerini sağlamak için, giderek artan ölçüde eğitim sistemini kullanmışlardır. Önceden, akademik ehliyet yarışına girmek için okul sisteminden fazla yararlanmayan bu bölümlerin bu yarışa katılmalarının etkisi, yeniden üretilmeleri esas olarak eğitim yoluyla sağlanan bu grupların, yatırımlarını artırarak, kendi ehliyetlerinin göreli olarak az bulunur olması için ve dolayısıyla sınıf yapısındaki konumlarını sürdürmeleri sonucunu vermiştir… (Bu) eğitim talebinde genel ve devamlı bir büyüme ve akademik ehliyetlerde bir enflasyon yaratmıştır.Bourdieu söz konusu durumu şöyle izah eder: Okula ilişkin yeniden üretim mekanizmalarının işlerliği konusunda bütünsel bir görüntü sunabilmek için, ilk ağızda, fizikçi Maxwel’in ikinci termodinamik yasasının etkisinin nasıl askıya alınabileceğini anlatmak için kullandığı imgeye değinebiliriz: Maxwel, az ya da çok sıcak, yani az ya da çok hareketli tanecikler arasında bir cin olduğunu hayal eder. Bu iblis, tanecikleri ayırır; en hızlılarını ısısı artan bir kaba, en yavaşlarını da ısısı azalan bir kaba atar. Bunu yaparken de işlem başka türlü yapıldığında ortadan kalkacak olan farklılığı, düzeni korumuş olur. Okul sistemi de Maxwel’in cini gibi çalışır: ayıklama işlemi için gereken enerji pahasına, eskiden mevcut olan düzeni, yani birbirine eşit olmayan, kültürel sermayeyle donanmış öğrenciler arasındaki farkı korur. Daha kesin bir biçimde de söylemek gerekirse, bir dizi ayıklama işlemi aracılığıyla, miras yoluyla kültürel sermayeye sahip olanları, bu sermayeden yoksun olanlardan ayırır. Yetenek farklılıkları ise miras edilen kültürel sermayeye göre oluşan toplumsal farklılıklardan ayrılamayacağından, eskiden var olan toplumsal farklılıkları böylece ayakta tutar. Ancak okul sisteminin bunun ötesinde iki etkisi vardır ki, bunlara aktarabilmek için mekanikçiliğin (tehlikeli) jargonunu terk etmemiz gerekir. Okul kurumu, üst düzey yüksekokulların öğrencileri ile sıradan fakültelerinkiler arasında bir kopma oluşturarak, üst düzey soylu sınıf ile alt düzey soylu sınıf ve alt düzey soylu sınıf ile soylu olmayanlar arasındaki benzer toplumsal sınırları kurar. Bu ayrım öncelikle bilfiil hayat tarzında, yani yatılılığın içe dönük hayat tarzıyla diğer öğrencilerin özgür hayatında, sonra da sınavlara hazırlık çalışmalarının içeriğinde, özellikle de örgütlenmesinde ortaya çıkar: Bir yanda çok sıkı bir denetim, son derece “okul” tarzı öğrenim biçimleri, özellikle de uysal olmayı dayatan ve şirket / işletme dünyası ile apaçık bir benzerlik sunan bir ivecenlik ve rekabet ortamı vardır; öte yanda ise, bohem hayat geleneğine yakın olan, çalışmaya ayrılan zaman konusunda bile disiplin ve zorunlulukların çok daha az olduğu bir “öğrenci yaşamı”… Bu ayrımın kendini gösterdiği sonuncu ortam ise, bizatihi giriş sınavı ve sınavın oluşturduğu kazanımların sonuncusu ile kazanamayanların birincisi arasında bir ad, bir sıfat taşıma hakkıyla büsbütün belirginleşen o ayinsel kopma, o gerçek büyülü sınırdır. Bu kopma, Durkheim’ın çözümlediği biçimiyle kutsal olan ile din dışı olan arasındaki ayrım paradigmasına dayanan gerçek bir büyü işlemidir.

Get fast shipping, movies & more with Amazon Prime

Start free trial

Enjoy this blog? Subscribe to furkank25

0 Comments