1800'lerin dehası
Karl Marx (1818-1883) Diyalektik Din Sosyolojisi
Almanya’da bir Yahudi olarak dünyaya gelen ve büyüyen Marx kendini yabancılaşmış, kendi ülkesinde farklı ve yabancı biri olarak hissediyordu. Radikal bir yazar ve devrimci bir eylemci olarak Almanya’dan sürülüp Paris’e taşınmak zorunda kalan Marx, kendini yurtsuz ve anavatanı Rheinland’da yabancı, istenmeyen ve Batı Avrupa’da devrimci faaliyetleri nedeniyle korkulan biri olarak hissetti. İngiliz hükümeti “Kızıl Doktoru” vatandaşlığına kabul etmeyi reddetti ve o Londra’da 1853’te öldü.
Devrimler çağında dünyaya gelen Marx’ın fikirleri 19. yüzyıl sonunda tüm Avrupa’yı etkiledi ve 20. yüzyıl siyaset teorisine hâkim oldu. Bu fikirler Rusya ve Doğu Avrupa’daki, Çin ve Asya, Afrika ve Güney Amerika’daki komünist devrimlere ilham kaynağı oldu ve II. Dünya Savaşı’nın ardından başlayan Soğuk Savaş’ın komünist-kapitalist karşılaşmalarının temelini oluşturdu. Hiçbir yazar bu tür radikal değişimlere, bu tutku ve nefrete Karl Marx kadar ilham kaynağı olmadı, modern insanın tarihini onun kadar etkilemedi. Bize göre Karl Marx’ın başarısının arakasında yatan sebep, insani gerçekliğe ilişkin rüya kurdurtabilmesi, insanların ihtiyaçlarına cevaplar üretebilmesidir. Bu sayede evrenselliği yakalayabilmiştir.
Karl Marx’ın temel çalışması “Kapital” bir ekonomik sistem ve üretim tarzı olarak kapitalizm üzerine bilimsel bir araştırmadır. Onun yabancılaşma araştırması, kapitalizmin insanların duyguları ve benlikleri üzerinde yarattığı sosyal, psikolojik ve kişisel etkilere ilişkin bir araştırmadır. Marx için, kapitalizm sadece adaletsiz ve yetersiz bir ekonomik üretim sistemi olmayıp, aynı zamanda ahlak dışı ve sömürücü, insanın gerçek doğasını inkâr eden, onu kendi emeğinin ürünlerinden koparan ve ekonomik “vahşi bir ormanda” diğer insanlarla karşı karşıya getiren bir sistemdir. Marx için, insan doğasının özü, onu hayvanlardan ayıran şey, bilinci, hayal gücü ve kendi çevresini kontrol kapasitesidir. Bu güç, ifadesini en açık biçimde, insanların işbirliği içinde doğayı dönüştürdükleri üretim sürecinde bulur. Ancak, bu kendini ifade ve toplumsal işbirliği biçimi sınırlandırıldığı veya engellendiği takdirde yabancılaşma ortaya çıkacaktır. Marx dört temel yabancılaşma biçiminden söz eder.
1-) İşçinin kendi ürünleri üzerindeki kontrolünü yitirmesi. İşçi bir şey ürettiğinde, ister masa, isterse sandalye, artık o şey kendine değil işverene aittir.
2-)Modern fabrikalarda, ayrıntılı bir işbölümü yüzünden, işçinin artık üretim süreciyle bağlantısı olmadığını hissetmesi.
3-)İşçiler arasındaki ilişkilerin iş arkadaşları ilişkisinden çok rakipler arasındaki bir ilişkiye dönüşmesi, onların iş, prim ve terfi için yarışan kişiler haline gelmeleri.
4-)Bireyin kendi insani doğasını tanıyamaz hale gelmesi yani kendisini artık sadece iş aracılığıyla ifade etmesi. Böylece o işini kendisinin bir parçası olarak hissetmez, ne de gerçek yeteneklerini sergiler. İş artık sadece bir övünme ve başarı kaynağıdır.
Sadece üretim araçlarının herkesin ortak malı olduğu sınıfsız bir toplumda yabancılaşma tamamen ortadan kalkacaktır. Modern kitle üretiminin sağladığı bolluk ortasında, “komünist” insan artık geçimini sağlamak için çalışmak zorunda olmayacak, kendi yeteneklerini ifade etme dışında uzmanlaşmayacak, sabah balığa, öğlen ava ve akşam da görüşlerini tartışmaya gidecektir. Cinsiyet, ırk, kasaba ve ülke, beyin ve kas kaynaklı bütün toplumsal ayrımlar eşit bireyler ve toplumunda ortadan kalkacaktır.
Marx için, ücretli emek ve yabancılaşmanın sonucu insanın alçalması, insanlığından uzaklaşmasıdır ve o artık kendini hayvandan başka bir şey olarak hissetmez. İnsanı hayvanlardan ayıran şey olan çalışma ve özgür bilinçli yaratıcılık edimi ortadan kaybolur ve böylece insan türsel varlığını, kendi özel insani niteliklerini kaybeder. Ayrıca, emek gücünün soyutlanması ve yabancılaşması aynı ölçüde insanları birbirlerine yabancılaştırır ve böylece insanın toplumsal varlığını, onun toplum duygusunu ve huzurunu yıkarken, kapitalist çalışma hayatının yarattığı acı ve yoksulluk insanı soyutlanmışlık ve yalnızlığa iter. Nitekim Marx’a göre, kapitalizm tepedeki daha az yeteneklilerin diğerlerinin emeklerini sömürdükleri ve bolluk içinde yaşadıkları tersine dönmüş bir dünyadır. Marx’ın amacı insanın kendisini kapitalist toplumun kölesi olmaktan kurtarabileceği ve tüm insanları birleştirebilecek bir program, eşitlikçi ve işbirliğine dayalı komünist bir toplumda özgür, huzurlu ve doygun insanlardan oluşan bir toplum modeli ortaya koymaktır.
Marx, dünya tarihinin tamamını, bir çatışmalar zinciri olarak görüyor. Esas çatışmasının “burjuva” ve “proletarya” arasında geçtiğini söylüyor. Burjuva sınıfı ekonomik araçlara, üretim sektörüne ve ilişkilerine sahip olanlardır. Proletarya ise ezilen ve işçi sınıfını teşkil eden gruptur. Bu iki grup arasında sürekli bir mücadele yaşanır. Çünkü ezilen proletarya takımı, hep burjuvanın ellerinde bulundurdukları güce sahip olmak isterler. Bu kavga üç aşamalı bir şekilde ortaya çıkıyor. Birinci aşama burjuvanın tezidir: Din toplumsal bütünleşmenin sigortasıdır. İkinci aşama proletaryanın antitezidir: Din insanları uyutmanın bir aracıdır. Üçüncü aşama olan sentez ise: Ekonomi ve üretim araçlarına sahip olana göre güç dengesi şekillenir.
Marx, proletaryanın uyanmasını istiyor. Proletarya üzerindeki hegomonik araçlarını anlaması lazım diyor. Bu hegemonik araçlar şunlardır:
1-)Din: Marx’a göre din, “halkın afyonudur”. Ona göre, din bu dünya şartlarına müdahale etmeyi bir yana bırakmayı öğretmekte, mutluluk ve ödülleri ölümden sonraki hayata ertelemektedir. Böylelikle de dikkatlerin bu dünyadaki eşitsizlik ve adaletsizlikler üzerinde yoğunlaşması önlenmekte, insanlar öteki dünya vaadiyle avutulmaktadır. Ayrıca dini inanç ve değerler, servet ve güç dağılımındaki eşitsizlikleri makul göstermeye yaramaktadır.
2-)Hukuk
3-)Aile
Marx bu üç kuruma düşmandır. Çünkü bunlar, proletaryanın uyanışını, burjuvaziye karşı ayaklanışını, başkaldırısını önlüyor. Marx bu kurumları ortadan kaldırmak için din, hukuk ve ailenin gerçek olmayıp bir yanılsama olduğunu söylüyor. Bu kuramını da “alt yapı” ve “üst yapı” kavramlarıyla açıklıyor.
Alt yapı, insanlık tarihi boyunca insanın karnını doyurma serüveni, yani ekonomidir. İnsan ekonomik güce sahip olmak için din, hukuk ve aile gibi kurumları üretir ve kullanır. Ekonomik güçte, insan sürekli daha fazlasını arzuladığı için din, hukuk ve aile ciddi oranda bir hegomonik araç haline gelir. Dolayısıyla bu kurumların bir gerçekliği yoktur, yanılsamadan ibarettir, burjuvazi bu kurumları proletaryayı kandırmak için kullanıyor.
Üst yapı, din, hukuk, aile, siyaset, eğitim gibi kurumlar üst yapıyı oluşturur. Bunlar Marx’a göre uydurulmuştur, uydurulma sebebi ise proletaryayı kandırmaktır.
Marx’a göre insanlık, tarihi aşamaları kat ederek ilerlemiştir. İlk olarak kölelik sistemi daha sonra feodal sistem, onun ardından kapitalist sistem, sonra komünist sistem ve en son olarak sosyalist sistem dünyaya hâkim olacak diyor. Kölelik ve feodal sistemin geride kaldığını şu anda yaşanılan sistemin kapitalist sistem olduğunu belirtiyor. Yapılması gereken komünist sisteme geçmek ve ardından sosyalizm sistemini gerçekleştirmektir. Peki komünist sisteme nasıl geçilir? Proletarya uyanacak, örgütlenecek ve bir güç merkezi haline gelerek devrim yapacak. Bu devrimle beraber kapitalist sistem yıkılacak ve komünist sisteme geçilecek. Bu sayede sınıflar arası eşitlik sağlanmış, insani çalışma saatleri konulmuş ve ücretler arttırılmış olacaktır. İnsanın kendisine yabancılaşmasının bu sayede önüne geçilecektir.
MARX’IN SÖZÜNÜ YENİDEN DÜŞÜNMEK
Marx’ın, dini bir “AFYON” olarak tanımlaması, dinin ikili yapısından kaynaklanmaktadır. Çünkü din, hem “devrim” oluşturma gibi bir gizil güce, hem de halkı “uyuşturma” gibi tehlikeli bir potansiyele sahiptir. Nitekim gençlik döneminde aktif ve dinamik felsefesiyle insanlara bir “kurtuluş öğretisi” sunan din, ilerleyen zamanlarda yorumcular ve tatbikçiler elinde bu işlevini tamamen yitirme noktasına gelmiştir. İslam’ın doğuşu; makam, servet ve bilginin -birilerinin elinde- mahsur bırakılmasına karşı bir devrim idi. Bu haklı devrim ve onu takip eden iyileştirme çabaları ise saltanat aşığı Müslümanlar tarafından makam, servet ve bilginin dar kitlelere tahsis edileceği bir karşı devrim ile yeryüzünden silinmiştir. Ardından özünde görme, duyma ve refleks yetilerini kaybetmiş bir toplumu kendine getirme çağrısı olan din ise, kitleleri uyuşturan bir afyona dönüştürülmüştür.
İran asıllı Müslüman sosyolog, aktivist ve düşünür Ali Şerîatî, Marx’ın bu çok tutulan sözünü “sınıflar savaşımı kavramsallaştırması” içinde değerlendirerek sosyalizm ile İslam arasındaki büyük bariyeri aşmaya çalışır ve “Dine Karşı Din” kitabında, Marx’a “Hangi din afyondur?” sorusunu yöneltir. Zira Şerîatî, hâkim sınıfların elindeki dini, “şirk dini” olarak adlandırır. Ezilen, sömürülen kitlelerin zihnini adeta felç eden bu dini ise şöyle tarif eder:
“Yorumlayan, kılıf uyduran ve bunları yasallaştıran; uyuşturan, duraklatan, sınırlayan ve halkın yaşayış tarzına kayıtsız kalan dindir.”
Görüldüğü üzere, Marx’ın ortadan kaldırılmasını istediği “afyon dini” ile Şerîatî’nin tanımını yaptığı “şirk dini” ne kadar da birbirine benzemektedir. Şimdi isterseniz, Marx’ın; ortadan kaldırmak istediği dinin nasıl bir din olduğunu, “…din, afyondur.” ifadesinin de içinde yer aldığı şu pasaja bakarak anlamaya çalışalım:
“Din, insanı değil; insan, dini yapar. Din, esasta ya kendisine henüz ulaşmayı başaramamış ya da kendisini bulup yeniden kaybetmiş insanın öz bilinci ve izzet-i nefsidir. Ama insan, dünyanın dışında yaşam süren soyut bir varlık değildir. İnsan; insanın, devletin ve toplumun dünyasıdır. Bu devlet ve toplum, dünyanın tepetaklak edilmiş bilinci olan dini üretir. Zira devlet ve toplum, tersyüz edilmiş dünyanın ta kendisidir. Din; bu dünyanın genel teorisi, ahlakî müeyyidesi, yegâne tamamlayıcısı, teselli ve mazeretin evrensel temelidir. İnsanî özün herhangi bir gerçek hakikate kavuşamaması sebebiyle o insanî özün hayali, gerçekleşmesidir. O halde dine karşı mücadele, dolaylı olarak ruhanî havası din olan dünyaya karşı mücadeledir.”
Bu din eleştirisini, dinin toptan ortadan kaldırılması ya da reddi şeklinde anlayanların veyahut anlamak isteyenlerin gözünde Marx’ın din tanımı haliyle şu şekilde olacaktır:
“İnsanları afyonlayan (uyutan) fikirlerin toplamından ibarettir.”
Dikkat edilirse Marx’ın bu din eleştirisi; bir reddiye ya da izale değil, tam aksine dinin toplumsal işlevini tüm çıplaklığı ile ortaya koyan genel bir eleştirel kabuldür. Ayrıca dinlerin saf oluşum “formları” ile Marx’ın görüşleri büyük benzerlikler göstermektedir. Esasen birilerinin elinde oyuncak olmayan dinler de, Marx’ın fikirleri de yoksul ve ezilmişlere, zalimlerin zulmünden kurtulacakları bir dünya kurmanın yolunu öğütlemektedir. Tek fark, hitap eden özne ile hitap eden zaman değişmiştir.
Marx aslında, insanları afyonlayarak uyuşturan ve tepkisiz bir nesneye dönüştüren dinden söz etmektedir. Kur’an da görme, işitme ve anlama yetilerini iflas ettirerek insanları birer felçliye dönüştüren dinden/inançtan bahsetmekte ve onu kesin bir dille eleştirip reddetmektedir. Kur’ân-ı Kerim göre toplumda birer norm haline getirilen her düşünce ve davranış, bir “din”dir. Bunlara kalpten bağlanmak da “iman”dır. Bu iyi de olabilir, kötü de; doğru da olabilir, yanlış da…
Maalesef Marx’ın bu söylemi, çoğu zaman ve çoğu kimse tarafından -bilinçli/bilinçsiz- bir din reddiyesi ya da izalesi olarak pazarlanmaktadır. Bence, dinin halkı hem küllerinden doğuran hem de uyuşturan ikili yapısına işaret eden bu söylemden dinsiz ideolojiler üretenlerin, Marx’ın “…Din, halkın afyonudur!” sözünü yeniden düşünmelerinde fayda vardır. Üstelik Marx’ın, nefret ve zulme karşı isyan bayrağını çeken judah Maccabee’nin özgürleştirme mücadelesini kendi öğretisinin ruhu haline getirdiği ve Tevrat’ın, Makkabileri anlatan bölümündeki temel kavramları kendi öğretisine dahil ettiği gerçeği ortadayken…