BÜYÜK TÜRK DEVLETLERİ SERİSİ-1 : HAZARLAR
Batılı tarihçiler, Hazarların en parlak dönemlerini yaşadıkları VII. ve VIII. yüzyılları, “İki yüz yıllık Hazar Barış Çağı” diye adlandırırlar. Tarihin en uzun süreli devleti Osmanlı’dır, Hazarlar ise ikinci… Tüm kaynaklar Hazarların Türk oldukları konusunda anlaşma içinde.
Atilla-oğullarının (Oğuzların) Göktürk kolundan oldukları kuvvetle muhtemel - nereden geldikleri konusunda değişik yorumlar ve görüşler bulunuyor. Varlıkları VI. yüzyılda Don-İtil-Kafkasya üçgeninde göründü. Günümüz coğrafyası göz önünde tutulduğunda Hazarların kapsadığı alan: Avrupa kıtasındaki Rusya, Kazakistan’ın batısı, doğu Ukrayna, Azerbaycan, kuzey Kafkasların geniş bir bölümü: Kırım-Gürcistan-Türkiye.
Tengricilik: Hazar Türklerinin dini Tengricilik veya Gök Tanrı dini, tüm Türk ve Moğol halklarının, şimdiki inanç sistemlerine katılmadan önceki inancıdır. Tengri’ye ibadet etmenin yanında Animizm, Şamanizm, Totemizm, Budizm bu inancın ana hatlarını oluşturur. Orhun Yazıtlarında ilk çözülen kelime olan “Tengri”, bugünkü Türkçedeki “Tanrı” sözcüğünün eski söyleniş şeklidir. Geleneksel Türk Tengriciliği Çinli Konfüçyüs’ten de etkilenmiştir.
Hazar Kağanlığı bayrağı
Hazar Başkentleri: Sırasıyla önce Belencer, sonra da İtil (Atil veya İdil) Hazar başkenti oldu. Hazarlar Orta Asya’dan gelerek yeni ülkelerine yerleştiklerinde buralarda yaşayan Türk boylarını da kendilerine bağlamışlar ve böylece güçlenerek kısa zamanda bağımsız bir devlet kurabilmişlerdi.
Önceleri Kuzeydoğu Kafkasya’da ve Dağıstan’da yaşayan Hazarlar sonraları daha kuzeye çıkmışlar, Hazar Denizi’nin kuzey kısımları, Volga Ovası, Kuban bölgesi ve Kırım civarını da alarak sınırları içine katmışlardı. Hazarlar daha sonraları hem Kuzey Asya’ya hem de Doğu Avrupa’ya doğru yayılmış ve bu bölgelerde yüzyıllarca etkili olmuşlardı.
Hazar: Hazar Denizi’ne adını veren ‘Hazar’ın anlamı tartışmalara konu olmuşsa da X. yüzyıl coğrafyacısı, seyyah İstahri, Hazarları Ak-Hazar ve Kara-Hazar olarak ayırdı. Ak-Hazarların çarpıcı bir yakışıklılığa, beyaz ten, mavi göz ve kırmızı saça sahip olduklarını, Kara-Hazarların da koyu tenli, bir çeşit Kızılderili olduğunu ileri sürdü. Bilim adamları ise bunun bir ırk ayırımı değil, sosyal bir sınıflandırma olduğu konusunda fikir birliği içindeler. (Kara-Hazarlar: aşağı tabaka; Ak-Hazarlar: soylular ve kraliyet mensupları)
Tarihte birçok eski Türk boyunun da kızıl saçlı olduğu bilinmekte: Örneğin, Çin ve Müslüman kaynakları eski Kırgızları kızıl saçlı, mavi gözlü ve beyaz tenli olarak tanımlar.
Hazar Prensesi Çiçek: İslam orduları ile sürekli savaşan Hazarlar Bizanslılarla dostluk ilişkileri içinde olmuşlar, saraylar arasında kız alıp vermişlerdi. İslam orduları Bizans’a saldırdığı zaman Hazarlar güneye iniyor, Hazar ülkesine saldırdıkları zaman da Bizans orduları Doğu Anadolu’ya çıkıyordu. Böylece bu iki devlet İslam ordularına karşı birbirlerini kollamışlardı.
Bizans İmparatoru III. Leon, oğlu Konstantin’i Hazar Kağanı kızı Prenses Tzitzak (Çiçek) ile evlendirirken iki imparatorluk arasında akrabalık ilişkisini de tesis etmişti. Prenses İrene adıyla vaftiz edilen Çiçek gelinliği ile şöhret olurken Konstantiniye sarayındaki erkekler arasında Tzitzakion (Çiçakion) diye anılan bir moda çılgınlığı da yaratmıştı. Bu evlilikten doğan Çiçek’in oğlu, anne-vatanının adını taşıyarak ‘IV. Leon Hazar’ lakabıyla, 775-780 tarihleri arasında hüküm sürecekti. Kurulan bu bağ ile birlikte iki ülke ticaret ilişkileri de çok gelişmişti.
Devlet Örgütlenmesi: Hazarlarda devlet yapısı geleneksel Türk devletlerinin örneğine uymaktadır. Özellikle Göktürk ve Karahanlı Devleti ile Hazar Devleti arasında büyük benzerlikler saptanmıştır. Slavlar ve İskandinavlar için bu devlet yapısı ilginç gelmiş ve Ruslarla beraber birçok bölge devleti, Hazar Devletinin kurumlarını benimsemişlerdi.
Araplar ise Hazar Devletinde adaletli bir düzenin egemen olduğunu gördükten sonra Hazar Kağanı’nı dünyadaki adaletin simgesi olarak kabullenmişlerdi. Türk devletlerinde görüldüğü üzere Hazar İmparatorluğu’nun egemen karakteri çifte krallık (Başkan / Başbakan) düzeniydi.
Kağan Boğma: Kağanın işbaşında kalma süresi 40 yıldı. Bu süre içinde ölmezse, yanındakiler onu aklı azaldı diye öldürürlerdi. (Anlatılardan birine göre: Bir kağan atanacağında, onu getirirler ve boğulma noktasına gelinceye kadar ipek bir ilmikle boğazını sıkarlar… Sonra da ona, “Ne kadar süre ile hüküm sürmek istiyorsun?” diye sorarlar. O da, “Şu kadar sene” diye yanıtlar. Eğer bu süreden önce ölürse, sorun yok; eğer ölmezse, belirlenmiş olan sürede öldürülür.)
Hazar Kağanları: Göktürklerde olduğu gibi Aşina (Asena / Kurt) sülalesinden geliyorlardı. Kağanların mal ve mülkleri olmazdı çünkü bütün ülke onların malı sayılıyordu. Kağan naiplerinin ise bazen Oğuzlar gibi güçlü kavimlerden seçildiği de olmuştu. Merkeze bağlı kavimlerin içişlerine ise fazla karışılmamış, vergi ve haracını ödeyenlere devlet yumuşak davranmıştı. Özellikle din işlerinde herkes özgür bırakılmış, bu nedenle de ülkede çeşitli dinler kendi kutsal mabetlerini kurarak bir arada yaşayabilmişti.
Tarihteki bazı Hazar Kağanları: Bulan (620-630), Hizkiya, I. Menaşe, Hanuka, İshak, II. Menaşe, Nişi, I. Harun, Benyamin, II. Harun, Josef (Yusuf) (931-965).
Dil: Hazar diliyle yazılmış herhangi bir eser günümüze kadar ulaşamadığı için Hazarların konuştuğu dil hakkında kesin bir bilgi bulunmuyor. Hazarlardan günümüze ulaşan iki belge var; bunlar İbranice yazılmıştır. Bunlardan biri (Kahire Genizası’nda bulunan), Hazar Kağanı Jozef tarafından, 960’ta Emevilerin Kordoba Emiri III. Abdurrahman’ın hizmetinde çalışan ünlü devlet adamı Hasdai İbn-Chaprut’a yazılan mektup. Diğeri de, yine aynı Hakan zamanında ismi belirsiz bir Musevi Hazar tarafından yazılan mektubun Mısır’da, Kahire Genizası’nda bulunan parçalarıdır. (Geniza: Dinî / İbranice belgelerin depolandığı merkez)
Hasdai İbn-Chaprut
Yasalar: Hazarlardan önce de Doğu Avrupa’da Musevi toplumlar yaşamakta idi. Hazarya, aynı zamanda Mezopotamya ve Harzem (bugünkü Özbekistan) dâhil birçok bölgeden de Yahudi göçü almıştı.
Arapların “Herodot”u olarak da tanınan El-Mesûdî’ye göre; başkent Atil’de Müslüman ve Hristiyan toplulukların Musevilerden fazla olmasına karşın, ülkede bulunan belli başlı 7 kadıdan biri eski Gök Tanrı dinine tabi olanların, ikisi Hristiyanların, diğer ikisi Musevilerin ve kalan ikisi de Müslümanların davalarına bakardı.
Ekonomi: Hazarlar, yolları denetim altında tutup gelen geçen mallardan da %10’luk gümrük vergilerini aldıkları çok dinamik bir ekonomiye sahipti.
Hazarlar, Orta Asya ile Volga-Ural kervan yolunun yanı sıra Kafkaslar üzerinden Ermenistan, Gürcistan, İran ve Bizans’a giden kervan yolunu ellerinde tuttukları gibi, Volga yoluyla Karadeniz’e açılan su yoluna da hâkimdiler ve bütün geçişlerden yüzde on vergi alıyorlardı. Çevre kavim / topluluklardan alınan haraçlar da bütçeye eklemekteydi. Bütün bunlar, Hazarların, halkın refahını ön planda tutan bir düzen ve felsefe ile uzun vadeli bir devlet politikasına sahip olduklarını göstermekte.
Para: Darphanelerinde gümüş sikkeler basmakla ünlü olan Hazarların para birimi ‘Yarmak’tı. Bunlar çoğunlukla bozuk Arapça ile basılmış Arap ‘Dirhem’lerinin taklidiydi. Abbasi Halifeliğinin sikkeleri güvenilir gümüş içeriğiyle geniş çapta ‘güven duyulan’ bir para idi. Arapça okumamalarına rağmen Çin, İngiliz ve İskandinav tacirler bu paraları kabul etmekteydi. Hazarların ürettikleri sikkeler de yabancı ülkelerde kabul gören, güvenilir paraların taklitleriydi.
‘Ard-al-Khazar’ (Arapça: Hazarların toprağı) ifadesini taşıyan gümüş sikkelerden günümüze ulaşan birkaç örnek 1999’da İsveç’in Götland adasında yapılmış bir kazıda ele geçirilmişti. Bu paraların arasında 837 tarihini taşıyan “yarmak”lar olup, üzerlerinde (Arapça yazılı) “Musa Tanrı’nın Elçisidir” ibaresi vardı. (Örnek alınan Abbasilerin dirhemlerinin üzerinde, “Muhammed Tanrı’nın Elçisidir” yazılıydı!)
HAZARLARIN YAHUDİLİĞE GEÇİŞİ
737 yılında Araplar Hazar Ordusu’nu yenince Hazar Kağanı iki arada bir derede sıkışmıştı: Bir tarafta Araplar, diğer tarafta Bizanslılar ve her ikisinin de giderek artan baskısı arasında, seçecekleri tarafça benimsenmiş dininin içinde kaybolup gideceklerine inanan Kağan’ın jeopolitik bir denge unsuru olarak Yahudiliği, ülkesinin dini olarak seçtiği düşünülmektedir:
Rivayete göre Şaman olan Bulan, semavi dinleri tanımak için üç dinden birer temsilci davet etmiş.
Önce Hıristiyan’ı çağırmış:
- “Sen kendi dinini en gerçek din olarak kabul ediyorsun. Seninkinden sonra gerçeğe en yakın din hangisi?” diye sormuş.
- Hıristiyan, “Yahudilik,” demiş. Müslüman da aynı cevabı vermiş.
- Musevi ise, “Tek gerçek din benimkidir,” demiş. Böylece Kağan da bu dini seçmiş.
VIII. yüzyılda Hazar Kağanlığı ve aristokrasisinin büyük bir bölümü Musevi inancına geçmişti. Hazarların Yahudiliğe geçişinin Yitshak Ha-Sangari adlı bir haham tarafından gerçekleştirildiği de günümüze ulaşan bilgilerden. Bu yeni din, Şamanlığın yerine resmî din sıfatını aldı. Bugün bile böyle bir olay nasıl çarpıcı ve olağanüstü gözüküyorsa o zaman da bu kararın fazlasıyla şaşırtıcı olduğunu Bizans, Arap, Rus ve İbranî kaynaklardan saptamak mümkün.
Hazarların inanç konusundaki hoşgörülü yapısı gerek Bizans’ta gerek İslâm dünyasında baskı gören tüm Yahudiler için sürekli, güvenle sığınılabilecek bir çekim alanı oluştururken, kaçanlara bir sığınağa, sonralarında da tam anlamıyla bir ulusal merkeze (foyer national) dönüştürüldü.
Çağdaş Macar tarihçisi Anthal Bartha’nın 1968’de yazdığı ve 8-9. yüzyıl Macar toplumunu inceleyen bir eserinde, birkaç bölüm Hazar Türklerine ayrılmış. Bu yüzyıllarda Macarlar, Hazarların himayesinde olmalarına rağmen, kitapta Hazarların, Musevi dinini kabul etmelerine sadece bir paragrafta değinilmesi yazarın bu tarihî olgu karşısında ne derece rahatsızlık duyduğunu sezinlemek için yeterli:
“Fikir tarihiyle ilgili sorunlar konumuz dışında olmasına rağmen, Hazar Krallığının devlet dini meselesine dikkat çekmek zorundayız. Musevi dini, toplumun yönetici sınıflarının kabulü ile resmî din oluyor. Etnik olarak Yahudi olmayan bir halkın Museviliği din olarak kabul etmesi, doğal olarak ilginç spekülasyonlar yaratabilir. Bizans’ın Hıristiyanlığı yayma misyonuna karşı olduğu kadar Arapların İslami yayılmacılığına da bir çeşit meydan okuma mahiyetinde olan Hazarların din değiştirmeleri, üstelik de sözünü ettiğimiz iki imparatorluğun siyasal baskıları altında olmalarına rağmen Musevilik gibi, tek tanrılı bir din olmakla beraber hiçbir dış siyasal desteğe sahip olmayan, tam tersine her tarafta baskılara uğrayan bir dini kabul etmeleri, bu konularda araştırma yapan tüm tarihçileri hayretler içerisinde bırakmıştır. Hazarların bu seçimlerinde güttükleri amaç, siyasal bağımsızlık iradesinin ifadesinden başka bir şekilde açıklanamaz.”
KİTAB-AL-KHAZARİ veya KUZARİ (X. Yüzyıl)
Hazarlar konusunda elde bulunan en önemli kaynak, Hazar Yazışması (X. Yüzyıl) adıyla bilinen, İbranice yazılmış, Kordova’daki Endülüs Emevi Halifesi’nin bakanı Hasdai İbn-Chaprut ile Hazar Kralı Jozef arasındaki yazışmadır. Yazıdan anlaşıldığına göre Hasdai, İran’dan, Horasan’dan gelen tacirlerden bağımsız bir Yahudi krallığının varlığını duyar. Bu hikâyeyi ilk olarak şüpheyle karşılar ama yine de meraklanır ve Bizans diplomatik misyon üyelerine bu konuyu sorar. Diplomatlar, tacirlerin verdiği haberi doğrulamakla kalmayıp Hazar İmparatorluğu üzerine ayrıntılı bilgiler verirler; hatta o sıra tahtta olan kralın adının Jozef olduğunu da söylerler. Bunun üzerine Hasdai, bu krala bir mektup yollamaya karar verir. Mektubunda Kral Jozef’e Hazar Devleti, halkı, hükümeti üzerine pek çok soru yöneltir ve onların Filistin’den geldiklerini sandığı için, On İki Kabile’nin hangisinden olduklarını öğrenmek ister. Bu kabilelerin çoğu kaybolduğu için Hasdai, bunlardan biri olduklarını zannetmiştir.
Yahudi kökenden gelmediğinden bu kabilelerden hiçbirine mensup olmayan Jozef cevabında, Hasdai İbn-Chaprut’a iki yüz sene önce vuku bulan Yahudiliğe geçiş öyküsünü anlatır:
“Atası Bulan Han’ın güçlü bir fatih, aynı zamanda da büyük bir bilge olduğunu, ülkesinden büyücüleri ve putperestleri kovduğunu, bundan sonra da ona rüyasında bir meleğin görünüp tek bir Tanrı’ya iman göstermesini, bunu yaparsa Tanrı’nın da onu, soyunu ve halkını kutsayıp varlıklarını kıyamete kadar sürdüreceği, düşmanlarına da aman vermeyip, onlara türlü zorluklar yaratacağı vaadinde bulunduğunu,” yazar.
Buraya kadar yazdıkları Tevrat’taki Tekvin bölümünden açıkça esinlenmiş olduğundan Hazarların da Hz. İbrahim soyundan olmamakla birlikte kendilerini “seçilmiş halk” olarak gördükleri sonucu çıkartılabilir. Ancak Jozef’in mektubu buradan sonra birdenbire özgün bir niteliğe yöneliyor:
“Yüce Yaradan’a hizmet etmeye hazır olan Bulan ancak bir istekte bulunuyor:
‘Tanrım sen benim kalbime, duygularıma, düşüncelerime vakıfsın, sana nasıl inandığımı ve güvendiğimi biliyorsun, ancak başında olduğum halk kâfir bir kafa yapısındadır ve bilmem ben onları tek başıma inandırabilir miyim? Sana yalvarırım bana gönderdiğin meleği bana destek olması için benim Büyük Prensime de gönder.’ Bulan’ın duasını kabul eden Tanrı isteğini yerine getirir ve Büyük Prens rüyayı gördüğü gecenin sabahı hemen Kağan’ı bulur ve anlatır...”
Kutsal kitaplarda, İbrani olsun, İslami olsun, böylesine rızası alınacak bir ‘Prens’ konusu bulunmamaktadır. Burada anlatılan, Hazar Devletindeki iki başlı yönetim geleneğidir. Hazarlarda Kağan hükümdardır ve ikinci yönetici Bey veya Büyük Prens denen hem Başbakan, hem de Başkomutan konumundaki yardımcısıdır. Belki de aslında Bulan, bu Büyük Prens’ti; çünkü Arap ve Ermeni kaynaklarına göre 731 (Yahudiliğin kabulünden 1-2 yıl önce) tarihinde Kafkasya’ya askeri sefere çıkan Hazar ordusunun komutanın adı Bulan’dı.
Bu yazışmadan çıkan sonuç, Hazarların Yahudiliği yavaş ve kademeli olarak kabullendikleri, bu olaydan iki kuşak sonra bir reform hareketinin olduğu yönündedir. Tek Tanrı’yı kabul eden hükümdarın, büyücüleri ve putperestleri kovduktan sonra bu Tanrı’nın Yahudi mi, Müslüman mı yoksa Hıristiyan mı olacağına hemen karar vermediğini de öğreniyoruz. Muhtemelen Bulan’ın kabul ettiği sadece Kutsal Kitap’a dayalı ilkel, basit bir Musevilikti ve dinî edebiyat ile dinsel tefsirleri kapsamıyordu. Bu şekliyle de VIII. yüzyılda İran’da ortaya çıkan, kısa sürede doğuda yayılan Karay mezhebine çok yakındı. Zaten Karayların da en yoğun oldukları yerlerden biri “Küçük Hazarya” denen Kırım’dı. (Göçe başlayan Hazarlardan bir kısmı, Kırım kıyılarında kısa ömürlü bir devlet kurmuşlardı. Bu yüzden XVI. yüzyılda Kırım’ın güney sahillerine “Hazeria” deniliyordu.)
Dunlop ve diğer çağdaş tarihçiler genellikle 740-800 yılları arasında yani Bulan’dan reformu yapan Kral Obadia’ya kadar Hazarlar’ın bir çeşit Karay inancında olduklarını ve bu reform hareketiyle Ortodoks Yahudiliğin başladığını kabul ediyorlar.
Hazar Denizi ile Karadeniz arasında VI. yüzyıldan XII. yüzyıla kadar hüküm süren Hazarlar bir soykırıma uğramadan tarih sahnesinden çekildiler. Tarihin bu çok az bilinen bölümü hakkında Hazar tarihinin en önemli uzmanlarından biri olan Prof. D. M. Dunlop 1954’te yazdığı “The History of Jewish Khazars” (Yahudi Hazarların Tarihi) adlı kitabında şöyle belirtmişti:
“Hazarlar olmasaydı Doğu’daki Avrupa uygarlığının kalesi olan Bizans, Arapların karşısında çok uzun süre dayanamazdı. Büyük bir ihtimalle bunun doğal sonucu olarak Hıristiyan ve İslâm dünyalarının tarihi de bugünkünden çok daha farklı olurdu.”
Hazarlar hakkındaki kaynakların çoğunluğunun onları düşman olarak gören ülke tarihçileri tarafından yazılmış olması nedeniyle, özellikle de o devirdeki Arap, Gürcü veya Ermeni tarihçilerin eserlerine temkinle yaklaşılması gerekir. V. yüzyıldan itibaren batıya doğru göç eden Ural-Altay dil gurubuna dâhil çeşitli etnik grupları, ortak olarak “Türk” diye adlandırmak âdet oldu. Bu adı takan Çinliler, bir ırktan çok, belli bir dili tanımlıyorlardı. Bu noktadan hareketle, Hunları ve Hazarları da ‘Türk’ olarak tanımlayabiliriz.
HAZARLARIN SONU
Altın çağını VIII. yüzyılda yaşayan Hazarların, Abbasi Halife ordularına karşı kazandıkları kesin zaferden sonra güney sınırlarının artık güvence altına girdiğini, Araplarla ilişkilerinin neredeyse karşılıklı bir saldırmazlık paktına dönüştüğünü, Bizans’la olan ilişkilerinin ise çok daha dostane bir seviyede olduğu gözlemlenir.
Arap tarihçi El-Masudî, 912-913’te Hazar Denizi üzerinden gelen bir istilada, her biri yüzer kişi taşıyan en az 500 geminin olduğunu belirtiyor.
Rusların ilk ortaya çıkmalarından sonra bir asır boyunca, özelikle Bizans’a yöneldikleri Hazarlarla daha çok ticarî ilişkiler sürdürdükleri gözlemlenir.
Hazarlar ile Varegler (Vikinglerin doğuya yayılan, İsveç klanlarından oluşanlar) arasındaki ticari ve kültürel ilişkilerin yoğunluğu Vareglerin Hazarların topraklarına doğru yayılmalarını engellemedi. Rus kronikleri 859 yılında Baltık’la Urallar arasında kalan Slav boylarının Varegler ile Hazarlar arasında yarı yarıya paylaşıldığını belirtiyor. Hazarlara bağlı olan, Dinyeper üzerinde bir kilit oluşturan Kiev ise üç yıl sonra Varegler’in eline geçti. Kısa bir süre sonra da Kiev, Vareglerin başkenti olup “Rus şehirlerinin anası” addedilen ilk Rus devletine de adını verdi.
Jozef’in mektubunda kendisine bağlı yerleri sıralarken Kiev’in adı geçmiyordu. Ancak şehirde ve bölgede hatırı sayılır bir Yahudi Hazar topluluğu yaşıyordu.
Hazar Devletinin ortadan kalkmasından sonra yeni göçlerle bu Yahudilerin sayıları da gitgide artar. Rus kroniklerinde defalarca Zemlya Jidovskaya’dan (Yahudi Ülkesi’nden) Kiev’e gelen kahramanlardan söz edilir.
Bizans diplomasisi, Hazarların bu yeni rakipleri karşısında kısa zamanda ikili oynama taktiğini kullandı ve ancak kaçınılmaz olduğunda savaş yoluna başvurdu. Genelde yumuşak davranarak ve günün birinde bu barbarları Hıristiyanlaştırmak umudunu yitirmeden sabırla bekledi. İki yüzyıl Bizans-Rus ilişkilerinde birbirini izleyen savaş ya da dostluk anlaşmalarıyla geçti. Lehler, Macarlar, İskandinavlar, hatta o en uzaktaki İzlandalıların bile Hıristiyanlaştıkları dönemde Ruslar da Hıristiyanlığı kabul edip İstanbul Patrikhanesi’nin dümen suyuna girdi.
Ortaya çıkan bu yeni tablo karşısında Hazarlar birdenbire dışlanmış durumda kaldı. İstanbul ile Kiev’in giderek yakınlaşması İtil’in önemini gitgide azaltıyordu. Hazarların Bizans-Rus ticaret yollarındaki varlığı ve aldıkları %10 gümrük, gitgide artan ticaret hacmi de göz önünde bulundurulursa Hazarlar artık hem Bizans hazinesine hem de Rus cengâver tacirlerine fazlasıyla rahatsızlık vermeye başlamıştı.
HAZARLARIN AKIBETİ
Pek yeterli sayılmasa da bu konuda bütün kaynaklar Orta çağın sonuna doğru Kırım, Litvanya, Ukrayna, Polonya ve Macaristan’a göç eden Hazarların oralarda oluşturdukları yerleşim merkezlerini işaret ediyorlar.
İstanbul’da da Pera, Karaköy (Karaiköy) ve civarlarında geniş bir Hazar topluluğunun yerleştiği biliniyor.
Bu bölük pörçük veriler yine de kısmi bir tablo çizme imkânını tanıyor. Kabileler halinde bir Hazar göçünün olduğu ve bunun da özellikle başta Polonya olmak üzere Rusya, Bizans, Anadolu ve diğer Doğu Avrupa ülkelerine dağıldığı anlaşılıyor. Polonya’da modern çağın başından beri Yahudilerin en yoğun şekilde yerleşik olduklarını göz önünde bulunduran birçok tarihçi, Doğu Avrupa’daki Musevilerin önemli bir bölümünün, Samî kökenli olmayıp, Hazar kökenli oldukları varsayımını savunuyor. Üstelik Hazar Yahudilerinin Polonya Yahudilerine dönüşmeleriyle ne bir kimlik kaybı, ne de geçmişle olan bağların kaybedilmesi söz konusu!
Polonya ve Litvanya’daki tipik taşra yerleşim merkezleri olan Ştetl’ler muhtemelen XIII. yüzyılda Hazar ülkesindeki ‘Ştetl’ (pazar-kent / kasaba) yerleşimlerinden gelmekte, köylerle şehirler arasında bir basamak oluşturmaktaydı. Ştetl’den Ştetl’e dolaşan hikâye anlatıcıları, müzisyenler aynı şekilde eski Türk âdetlerinden gelmektedir [meddah ve âşık gibi].
Böyle bir varsayımın sonuçları çok ileriye gidebilir ve bu bize bazı tarihçilerin neden bu konulara son derece ihtiyatlı yaklaştıkları veya geçiştirip göz ardı ettikleri hakkında bir fikir verebilir. “Encyclopedia Judaica”nın 1973 yılındaki baskısında yukarıda alıntı yaptığımız Prof. D. M. Dunlop’un kaleme aldığı “Hazarlar” maddesinde, yayın kurulunun sonradan yazdığı başka bir bölüm ise sadece krallığın yıkılmasından sonrasındaki döneme değinir. Bunun sebebi de okuyucuyu fazla heyecanlandırıp “Tanrı tarafından seçilmiş ulus” dogmasına karşı içinde bir şüphe uyanmasına imkân vermemektir:
“Anadilleri Türkçe olan Kırım, Polonya veya Litvanya’da yaşayan Karaylar, soylarının Hazarlardan geldiğini iddia ediyorlar, folklorik ve antropolojik bazı veriler de anadillerinde olduğu gibi bu iddiaları doğrular gözüküyor. Avrupa’da sürekli bir şekilde Hazarların soyundan gelinmesi konusunda son derece ciddi veriler olduğu sanılıyor.”
Yahudilerin Hazar kökenliliğinin en radikal savunucularından biri olan, Tel Aviv Üniversitesi Orta çağ Yahudi Tarihi Uzmanı Prof. Abraham N. Poliak, birinci baskısı 1944’te (ikincisi 1951’de) yapılan “Khazaria” adlı eserinin giriş bölümünde şöyle diyor:
“Hazarların Yahudiliğiyle diğer Yahudi cemaatlerinin ilişkileri sorunundan ziyade bu Yahudiliğin (Hazar) Doğu Avrupa’daki büyük Musevi topluluklarının çekirdeğini oluşturduğu sorunu üzerine yeni bir anlayış içerisinde yaklaşmak gerekmektedir. Bu topluluğun torunları da, gerek halâ oralarda yaşayanlar olsun, gerek Amerika’ya veya başka ülkelere göçenler hatta İsrail’e gidenler olsun, günümüzde dünya üzerindeki Yahudilerin en büyük çoğunluğunu oluşturmaktadırlar.”