Samatya

Et44...jFvu
4 Feb 2024
22

Geçmişini Sürdürmeye Devam Eden Bir Semt SAMATYA


Çocukluğumdaki Samatya, tüm bir İstanbul gibi bir başka güzeldi…


Küçük küçümencik sokakları; iki bilemedin üç katlı ahşap evleri; Rum’u, Ermeni’si, Müslüman’ı; birbirlerine kimi akrabadan yakın komşular; günümüz şartlarına ayak uydurmak için debelenen ürkek sokak kedilerinden uzak, güvence, huzur içinde yaşayan Sarman’lar, Pamuk’lar, tüm bir semtin namusundan sorumlu yerinde kabadayı, yerinde beyefendi “boyun bağlı” taksi şoförleri ve tabii ki kökleri yüzyıllar ötesine uzanıp giden Barba Yani, Kevork Reis, Kalender Agop, Barba Toma gibi namlı balıkçılar..


Samatya geçmişte denizle iç içeydi. İskelesi, balıkhanesi, balıkçı kahveleri ve denizle kucaklaşan lebi derya evler.. Ama, bütün bunların ötesinde, geçmişten bu yana şehr-i İstanbul’un en kozmopolit semtlerinden biri olmayı günümüze dek sürdürdü.. Bugün bile, sahilden bakıldığında geçmişten gelen bu birlikteliğin görüntüsü semtin minare ve çan kulelerinden yansımaya devam ediyor. Surp Kevork, ya da biraz ötesindeki Ayios Minas’tan yükselen çan sesleri zaman zaman yanı başlarındaki Abdi Çelebi camiinin ezan sesine karışıyor, Hacı Manav sokakta oturan doğma büyüme Samatyalı Hayriye Hanım’ın geçmişte kalan anıları da, yan sokaktaki komşusu 80’li yaşlara merdiven dayamış Madam Arşuluz’un anılarıyla çakışıyor...


Samatya’nın, bilhassa istasyon çevresinde yoğunlaşmış inişli çıkışlı o eski dar sokaklarından, kimi cumbalı güzelim ahşap evlerinden pek azı kaldı günümüze. Hoş, hemen tüm İstanbul’da olduğu gibi o eski insanları da pek kalmadı ya..


Bugün hala kıyıda köşede kalmış o eski sokaklardan; pencerelerini paslı teneke kutular içindeki çingene pembesi fesleğenlerin süslediği yarı yıkık ahşap evlerin önünden geçerken, geçmişin o puslu anıları içinde kaybolur gibi hissediyorsunuz kendinizi.. Ayakta kalabilmek için adeta direnen bu eski evler, sokak aralarındaki minik bakkallar, karşıdan karşıya gerili iplere asılı rengarenk çamaşırlar, kapılarının önünde top koşuşturan çocuklar, duvarların tepesini mesken edinmiş tombul uykucu kedileriyle klasik İstanbul görüntüsünün son kalan nadir köşelerinden birini yansıtıyor.. Menderes döneminin en önemli imar hareketlerinden biri sayılan Sahil Yolu’nun açılmasından sonra, her ne kadar denizle kucaklaşmasını yitirmişse de, denizden uzak kalmamış Samatya..


Semtin geçmişe yadigâr kendine öz görüntüsü, tren istasyonunun hemen altından başlıyor ve balıkçıların, balıkçı lokantalarının, meyhanelerin süslediği meydanda odaklanıyor. İstasyon çıkışında, sırtını Bizans’tan kalan surun dış yüzüne dayamış 1796 tarihli kesme taşlı çeşme, bir zamanlar buradan gelip geçen tren yolcularının, balıktan dönenlerin kana kana soğuk suyunu içtikleri, ellerini yüzlerini yıkadıkları bir sebil. Dokuz beyitlik kitabesinden de anlaşıldığı gibi, Arpacı Mehmed Efendi adında hayırsever bir zat-ı muhterem tarafından yaptırılmış, ama İstanbul’un birçok eski çeşmesinde olduğu gibi ne suyu akıyor, ne de musluğu var.. Çeşmenin hemen yanı başındaki, meydana açılan küçük dar sokak, biraz acıkmış olanların iştahlarını kabartmaya, balık sever aç mideleri yoldan çıkartmaya yetiyor.. Dar sokağın iki yanında ard arda dizili balıkçı, balıkçı lokantası, meyhaneci,midye tavacı birlikteliği birbirlerini tamamlayan bir bütün oluşturuyorlar. Üstüne üstlük tezgahlardan dışarıya taşan nefis kokular, dükkanların üzerindeki kışkırtıcı bira reklam tabelalarıyla bütünleşip klasik Samatya tablosunun özet bir görüntüsünü yansıtıyor.. Yalnız bir farkla !. Eski Samatya meyhanelerinin yanı başına sonradan yapılmış, semte yeni tatlar ve farklar kazandıran bir iki ünlü kebap lokantasını da göz ardı etmemek gerek.. Aralarında, kimi eskilerin de yer aldığı bu küçük balıkçı meyhanelerinin müdavimleri arasında, zaman zaman İstanbul’un ünlü simalarını da görmek mümkün.. Sakız gibi bembeyaz bir örtüyle kaplı masa üzerindeki roka, kırmızı soğan ve limon üçlüsünün tamamladığı kızarmış çingene palamutlarına, Samatya ve İstanbul tutkusu adına kaldırılan küçük kadehlerdeki buz gibi aslan sütü eşlik ediyor.. Tıpkı, yıllardan beri meydanda balıkçılık yapmaya devam eden eski Samatyalı Rum Toma’nın, biraz ilerdeki duvarın dibinde sandığını önüne koymuş doğma büyüme Samatyalı, ayakkabı boyacısı Ermeni Artin’le olan bitmez tükenmez dostluğu gibi..


Meydana açılan sokaklardan Büyük Kule sokağına doğru ilerliyoruz. Yapılış tarihi 16. yüzyıla dek uzanıp giden, semtin eski kiliselerinden Hazreti İsa’ya adanmış Hristos Analipsis Kilisesi’nin bulunduğu sokak.. İstanbul’un tüm öteki Rum Ortodoks kiliselerinde olduğu gibi kapıları, pencereleri sürgülü, kendi içine kapanmış, ketum bir yapı.. Oysa, geçmişte görmüş olduğum bu kilisenin içi, ahşap ikonostasında yer alan gümüş kaplamalı İsa ikonası, ambon adıyla tanımlanan vaaz kürsüsü ve baş papaz koltuğu ile öylesine güzel ve şatafatlı ki.. Kapısı, yılda bir kez, haziran ayında yapılan yortu gününde açılıyor. Anaplisis’in biraz ilersinde de ikinci bir Rum Ortodoks kilisesi yer alıyor.. Denizcilerin, balıkçıların, fakirlerin, yoksul çocukların koruyucu azizi Ayios Nikolaos’un adını taşıyan kilise.. Yani, tüm dünyanın Noel Baba olarak bildiği aziz.. Eh, deniz kıyısında kurulmuş, asırlardır ekmeğini denizden çıkaran insanların ikamet ettiği Samatya gibi bir yerde Aziz Nikola’nın kilisesi olmazsa olmaz örneği, buraya da bir tane yapılmış. Bunun da kapısı kapalı, oysa yıllar öncesine kadar, Rum balıkçıların denize açılmadan önce kapısının önünden geçerken içeriye girip mum yaktıkları, fırtınasız denizde bereketli balık dileklerinde bulundukları bir kilise burası. Samatya, aslında güzel, ince kumuyla ünlü eski bir balıkçı ve denizci köyü. Adını da bu özelliğinden almış.. Semtin eski adı Psamathion “kum” anlamına gelen Psamathos’tan türemiş.. Gelip geçen yüzyıllar içinde Psamathos Psamathia olmuş, ardından da Samatya’ya dönüşmüş, ancak Cumhuriyet sonrası Bizans kökenli semt adlarının değiştirilmesiyle birlikte adı Koca Mustafa Paşa’ya dönüştürülmüş, ama bu yeni adı pek kullanan yok.. Semt sakinleri gibi hemen tüm eski İstanbullular hala Samatya adını kullanıyorlar.. Kim bilir belki daha kısa, daha dile kolay ..


Sahil yoluna paralel, Aksaray-Yedikule arasında bağlantı sağlayan eski Samatya Caddesi’ne çıkıyoruz. Cadde üzerinde, gül kurusu pembe badanalı rengiyle bir başka Rum Kilisesi karşılıyor bizleri.. Ayios Yeorgios, yani bizim dilimizle Aya Yorgi.. O da terkedilmişliğinin, kaderine itilmişliğinin yalnızlığına direnenlerden bir tanesi.


Yıllardan beri, daha doğrusu 6-7 Eylül olaylarından bu yana kapıları, pencereleri kapalı öyle duruyor.. İstanbul’u acılara boğan o lanet olaylarda yanmaktan kıl payı kurtulmuş. Caddenin öteki tarafına geçip, Samatya’nın kıyı mahallelerinden tepe mahallerine doğru çıkıyoruz.. Ama, bir anda yarım yamalak kubbeleriyle ortada kalmış bir Osmanlı yapısıyla karşı karşıya geliyoruz.. Harabeye dönüşmüş, içler acısı bu yapı, bir Mimar Sinan eseri olan ünlü Ağa Hamamı.. 1920’li yılların sonlarına dek işlevini sürdürmüş. Ondan sonra da, nasıl olmuşsa o günlerden bu günlere yana yıkıla mahvolup gitmiş. Şimdilerde ise atölye, kömür hurda deposu olarak kullanılıyor. Utanmadan duvarının üzerine de “Kömürlük Temizleme” işi yapan birisi ilanını çiziktirmiş.. Sinan’ın kemikleri sızlıyordur her halde...

 

Oldukça dik yokuşu adımlayarak, uzaklardan görülebilen, Marmara Caddesi üzerindeki Samatya’nın en büyük iki binasının yanı başına geliyoruz.. Bunlardan,


1790 yılından bu yana eğitim vermeye devam eden Sahakyan-Nunyan Ermeni Mektebi,1866 yılında çıkan ve Samatya’da kilise, cami, medrese gibi birçok yapıyı yakıp kül eden büyük yangında yıkılmış, yerine de gümüşçülük yapan Kaspar Ağa adında bir hayırsever tarafından bugünkü büyük kâgir bina yaptırılmış.. Aslında, okulun ilk adı Sahakyan, ancak, büyük yangın sonrasında inşa edilen yeni okulun eski adına bir de Nunyan eklenmiş. Nunyan, hayır sever Kapsar Ağa’nın çok sevdiği eşinin adı. Zengin bir kütüphaneye sahip olan bu okul, Türkiye’deki Ermeni okulları içinde en iyi eğitim verenlerden biri olarak biliniyor ve bu ününü günümüzde de devam ettiriyor.


Sahakyan Okulu’na bitişik ikinci büyük yapı ise, Türkiye Ermenileri’nin ilk patrikhane kilisesi olarak bilinen Sulu Manastır ya da öteki adıyla Surp Kevork Kilisesi. Aslında Kevork, bildiğimiz Yorgo ya da Yorgi’nin Ermenilerdeki adı. İstanbul’un fethi sonrasında, Fatih Sultan Mehmet’in emriyle Bursa’dan getirtilen Ermeniler Samatya‘ya yerleştirildiklerinde, burada yer alan eski Bizans kiliselerinden Meryem Ana‘ya ithaf edilmiş Panayia Perivleptos Kilisesi Ortodokslardan alınıp Ermenilere verilmiş ve Galata’daki Kirkor Lusaroviç kilisesinden sonra, Ermeni cemaatinin İstanbul’daki en eski ikinci kilisesi olarak tarihe geçmiş. Bu kilise, aynı zamanda, 1641 yılında Samatya’dan Kumkapı’ya taşınan Ermeni Patrikhanesi’nin de ilk kilisesi oluyor... Eskiden beri halk arasında Sulu Manastır adıyla anılmasının nedeni, kilisenin altında yer alan, Bizans dönemine ait ayazmadan kaynaklanıyor. Demir kapısı üzerindeki kanatlarda, Adem ile Havva, Surp Kevork’un ejderhayı öldürüş sahnelerinin yer aldığı kilisenin tarihiyle ilgili anlatılarda, halk arasında yerleşmiş ilginç bir efsane de, geçmişten günümüze öykülenmiş.. Rivayet bu ya, kilisenin Rumlardan alınıp Ermenilere verilmesinin nedeni seks düşkünü olarak bilinen Sultan Deli İbrahim’in yatağına girmiş, balık etinde, tombul bir Ermeni güzeliymiş.. Güya, Şekerpare adıyla maruf bu kadının marifetiyle, kilise Rumlardan alınıp Ermenilere verilmiş. Surp Kevork, bugün hala, yortu günlerinde bizzat Patriğin gelip ayin yönettiği oldukça önemli bir kilise, bu nedenle de, ziyaretçisi eksik olmayan kiliselerden biri.. Kilisenin hemen berisinde yükselen Abdi Çelebi Camii’nin tarihi de Kanuni Sultan Süleyman dönemine kadar uzanıyor.. Her ne hikmetse, eski Samatyalılar bu camiyi “Yedim, İçtim Camisi” adıyla anarlarmış.. Burada ilk cami, 1533 yılında Mimar Sinan tarafından yapılmış, ama yangınlar, depremler.. Sonunda, söz konusu eski camiden hiç bir şey kalmamış günümüze.. Bugün gördüğümüz camii, II.Abdülhamit döneminde inşa edilmiş, fakat yakın dönemlerde kimi bilinçsiz eller caminin güzel mimarisinin canına okumuş.. Derler ki, içindeki güzel avize Naciye Sultan Sarayı’ndan getirilmiştir..


Marmara Caddesi’nden aşağıya doğru inip Pulcu sokağa sapıyoruz. Biraz ilerde, yine demir kapısı sürgülü bir başka Rum kilisesi çıkıyor karşımıza. Mısır çöllerinde yaşayıp ölmüş Aziz Minas’ın adını taşıyan bu kilise, şimdilerde yerinde bir elektrik tamircisinin bulunduğu, eski bir Bizans kilisesinin üzerine inşa edilmiş. Onun biraz ilersinde de, demir kapıları Barutçubaşı Dadyan Bey tarafından yaptırılmış 1857 tarihli Katolik Ermeni Kilisesi Surp Anarat Hığutyun yer alıyor. Kilisenin mimarı Roma’da eğitim görmüş Andonik Tülbentçiyan Efendi.. Başında da belirttiğimiz gibi, geçmişten günümüze kozmopolit yaşamın İstanbul’daki en önemli noktalarından biri olan Samatya, kiliselerle dolu bir semt, ama, bütün bunların yanında sokak aralarındaki kırık dökük çeşmeleri, viraneye dönüşmüş mescit ya da tekkeleriyle zengin bir Osmanlı geçmişi olan semtin ayakta kalabilmiş en güzel ve en eski Osmanlı yapılarından birini Arap Kuyusu sokağında yer alan 1603 tarihli Arapkapısı mescit ve tekkesi oluşturuyor. Bir zamanlar Sümbüli tarikatı bireylerine ev sahipliği yapmış olan bu tekkenin ayakta kalmış güzel de bir çeşmesi var.


Son yıllarda Samatya’ya gelip yerleşen Muşlular Ermeni nüfusunu sollamışlar. Rumlar ise, parmakla sayılacak kadar az.. Kimse kalmamış. Son kalanlar da, kapıları sürgülü kiliseler gibi yalnızlığın, kadere itilmişliğin içinde yaşamlarını noktalamayı bekliyorlar. Tıpkı, Merhaba sokaktaki antika ahşap evinde yaşayan eski toprak Yani gibi. Çoluk çocuk Atina’ya göç etmişler.. İnadına yalnız başına kalmış. ”Ben burada doğdum, burada öleceğim” diyor.. Onun gibi birkaç tane Rum daha var. Tüm komşular, bağırlarına basarcasına sahiplenmişler onları..


Aslında, İstanbul’un en eski semtlerinden biri olan Samatya, ya da eskiler tarafından pek kullanılmayan yeni adıyla Koca Mustafa Paşa, İstanbul’un yitirilip gitmiş görüntülerini ısrarla saklamaya çalışan kozmopolit semtlerden bir tanesi.


Burada, ızgara balık kokuları kebap kokularına, çan sesleri ezan seslerine karışmaya devam ediyor..


Makaleleri

Karşıdaki Ada Midilli

Antik Mısır’ın Mezar Bebekleri: Uşabtiler

Kapadokyalı Bir Aziz: Saint Mamas

Eski Mısır'ın Gizemli Kuşu İbis

ANKARA GEMİSİ

SAMATYA

Timsahın Gözyaşları

Makriköy "Şömendöfer" İstasyonu

Karanlıkların Bekçisi Anübis

Uğultulu Bir Kent: FEZ

Mısır'ın Batı Çöllerinde

Bir tarafta Akdeniz bir tarafta Büyük Sahra Çölü: CEZAYİR

Aya Mama Deresi

Aya Eirene Kilisesi

Baruthane Kulesi

Rüstempaşa Cami

Tarihin 8. Harikası Ayasofya

Sarayburnu' ndaki Heykel

Kutsal Yağ Miron

Geçmişini Sürdürmeye Devam Eden Bir Semt SAMATYA

Mısır' ın bilinmeyen yüzü

Madagaskar'da Ölüm

Galata Kulesi

İstanbul'un Sıfır Noktası: Milyon Taşı

Dikilitaş

Bir Kapadokya Turu




Get fast shipping, movies & more with Amazon Prime

Start free trial

Enjoy this blog? Subscribe to sude

0 Comments