İRAN’DA MİTOLOJİK ÖYKÜLER
Yapılan araştırmalar, efsane kelimesinin, ‘yarı mitolojik kişilikler hakkında oluşturulmuş hikâye ve rivayetler’ anlamında kullanıldığını söylüyor. Halkın sevdiği ve gönül verdiği her kişilik ya da değerin efsanevi bir kişiliğe dönüşmesi olağandır. Kahramanları hayali de olabilen efsanelerin çoğu, insanın şaşırtıcı ve büyüleyici özelliklerini konu alır. Efsaneler insanlık tarihi kadar eski bir geçmişe sahiptirler. İnsanlar çalışıp bir şeyler üretmeye, düşünme yetilerini kullanmaya başladıklarından bu yana doğadaki gelişmeleri ve yaşadıkları toplumu yorumlamaya, birbirlerine anlatarak aktarmaya başlamışlardır. Bu anlatılar, mitolojik rivayetler, resim, heykel, dans, folklorik değerler, vb. şekillerde daha sonraki kuşaklara aktarılarak varlığını sürdürmüşlerdir.
Mitolojik bakış açısı, zamanın ilerlemesi ve insanın her açıdan hızla gelişmesiyle birlikte, bütün bildikleri ve bilmedikleri özel bir düşünme düzeneğiyle mitolojik sanat kalıplarında şekillenip olgunlaşmıştır. ‘Bilinmezlerin bilinmesi sanatı’ olarak da tanımlanan, insanlar arasında çok yaygın ve etkili nitelikler taşıyan mitolojinin, bugün düşündüğümüz anlamda, insanın ortaya koyduğu bir sanat olduğu iddia edilemez. Mitoloji genellikle yaratılış çerçevesinde dönüp dolaşmakta, gök ve yerin, güneş, ay, yıldızlar ve gezegenlerin, tanrılar ve insanların ortaya çıkışı ve varlıklarının hedeflerini açıklamaya çalışır. İran mitolojik efsanelerinde bu hedef, evrenin yaratılışı, Ehrimen ile savaşma ve onu yenilgiye uğratmadır. Her milletin mitolojisi, yaratılış, varlık âlemine adım atma, tanrılar, insanlar, insanların dünya hayatları ve ölüm sonrası gibi konulardan söz eder. İran’da bilinen en güzel ve en yaygın üç mitolojik öykü şunlardır:
1. Zümrüd-ü Anka (Simurg)
Rivayet olunur ki, kuşların hükümdarı olan Simurg ( Zümrüd-ü Anka ya da batıda bilinen adıyla Phoenix ), Bilgi Ağacı'nın dallarında yaşar ve her şeyi bilirmiş. Bu kuşun özelliği gözyaşlarının şifalı olması ve yanarak kül olmak suretiyle ölmesi, sonra kendi küllerinden yeniden dirilmesidir....
Kuşlar Simurg'a inanır ve onun kendilerini kurtaracağını düşünürmüş. Kuşlar dünyasında her şey ters gittikçe onlar da Simurg'u bekler dururlarmış. Ne var ki, Simurg ortada görünmedikçe kuşkulanır olmuşlar ve sonunda umudu kesmişler.
Derken bir gün uzak bir ülkede bir kuş sürüsü Simurg'un kanadından bir tüy bulmuş. Simurg'un var olduğunu anlayan dünyadaki tüm kuşlar toplanmışlar ve hep birlikte Simurg'un huzuruna gidip yardım istemeye karar vermişler.
Ancak Simurg'un yuvası, etekleri bulutların üzerinde olan Kaf Dağı'nın tepesindeymiş. Oraya varmak için ise yedi dipsiz vadiyi aşmak gerekirmiş, hepsi birbirinden çetin yedi vadi... İstek, aşk, marifet, istisna, tevhid, hayret ve yokluk vadileri...
Kuşlar, hep birlikte göğe doğru uçmaya başlamışlar. İsteği ve sebatı az olanlar, dünyevi şeylere takılanlar yolda birer birer dökülmüşler. Yorulanlar ve düşenler olmuş. ‘Aşk denizi’nden geçmişler önce...’ ‘Ayrılık vadisi’nden uçmuşlar...’. ‘Hırs ovası’nı aşıp, ‘kıskançlık gölü’ne sapmışlar... Kuşların kimi ‘Aşk denizi’ne dalmış, kimi ‘Ayrılık vadisi’nde kopmuş sürüden... Kimi hırslanıp düşmüş ovaya, kimi kıskanıp batmış göle...
Önce Bülbül geri dönmüş, güle olan aşkını hatırlayıp; papağan o güzelim tüylerini bahane etmiş (oysa tüyleri yüzünden kafese kapatılırmış);
kartal, yükseklerdeki krallığını bırakamamış; baykuş yıkıntılarını özlemiş; balıkçıl kuşu bataklığını.
Yedi vadi üzerinden uçtukça sayıları gittikçe azalmış. Ve nihayet beş vadiden geçtikten sonra gelen Altıncı Vadi ‘şaşkınlık’ ve sonuncusu Yedinci Vadi ‘yok oluş’ta bütün kuşlar umutlarını yitirmiş... Kaf Dağı'na vardıklarında geriye otuz kuş kalmış.
Sonunda sırrı, sözcükler çözmüş: Farsça ‘si’, ‘otuz’ demektir... ‘murg’ ise ‘kuş’...
Simurg'un yuvasını bulunca örgenmişler ki; "Simurg - otuz kuş" demekmiş. Onların hepsi Simurg'muş. Her biri de Simurg'muş. 30 kuş, anlarlar ki, aradıkları sultan, kendileridir ve gerçek yolculuk, kendine yapılan yolculuktur.
Simurg Anka'yı beklemekten vazgeçerek, şaşkınlık ve yok oluşu da yaşadıktan sonra bile uçmayı sürdürerek, kendi küllerimiz üzerinden yeniden doğabilmek için kendimizi yakmadıkça, her birimiz birer Simurg olmayı göze almadıkça bataklığımızda, tüneklerimizde ve kafeslerimizde yaşamaktan kurtulamayacağız. Şimdi kendi gökyüzünde uçmak zamanıdır...
3. Demirci Kawa
Bundan çok eski zamanlar öncesinde, daha yeryüzünde kimsenin olmadığı dönemlerde Zervan isimli tanrının iki oğlu olmuştur. Birinin adı Hürmüz’dür, bereket ve ışık saçan anlamına gelmektedir. Diğerininki ise Ehrimen’dir, kötülük ve kıtlık saçan anlamındadır. Ahura Mazda’nın kutsadığı topraklarda, Hürmüz hep iyinin ve uygarlığın temsilcisi, Ehrimen de onun karşıtı olmuştur.
Hürmüz, dünyada kendisini temsil etmesi için Zerdüşt’ü gönderir ve yüreğini sevgi ile doldurur. Zerdüşt ise buna karşılık oğullarını ve kızlarını Hürmüz’e hediye eder. Ehrimen bu durumu kıskanır ve yüzyıllar boyunca sürecek olan iyilerle savaşına başlar. Tüm iyilere, Zerdüşt’ün soyuna ve iyiliklere Medya (Kuzeybatı İran) coğrafyasındaki yaşamı çekilmez bir duruma getirir. Ehrimen bazen gökten ateşler yağdırır bazen fırtınalar koparır ve iyiliğe ve iyilere hep zulüm eder. En sonunda da içindeki nefreti ve kötülük zehrini zalim Kral Dehak’ın beynine akıtır ve onu bir bela olarak İran halkının üzerine salar. Dehak’ın bildiği tek şey kötülük etmektir. Zalim Dehak halkının kanını emerken beynindeki zehir bir ura dönüşür ve onu ölümcül bir hastalığın pençesine düşürür. Dehak acılar içinde kıvranarak yataklara düşer ve hastalığına bir türlü çare bulanamaz. Dönemin doktorları acılarının dinmesi ve yarasının kapanması ve hastalığının iyileşmesi için yaraya genç ve çocukların beyinlerinin sürülmesini önerirler. Böylece İran coğrafyasında aylarca hatta yıllarca süren bir katliam başlar; her gün zorla anne babalarından alınan iki gencin kafası kesilip beyinleri merhem olarak Dehak’ın yarasına sürülür. Halk çaresiz ve güçsüz düşmüştür. Gençler katledilirken sıra bir gün daha önce bu şekilde 17 oğlunu kaybetmiş olan Kawa adındaki demircinin en küçük oğluna gelmiştir.
Her gün gençler Dehak’ın askerleri tarafından başları kesilmek üzere götürülürken Kawa’nın aklına başkaldırı fikri gelir ve bu konuyu etrafında güvendiği birkaç kişiye açıklar. Demirci dükkânında demirden savaş malzemeleri olarak Gürz-ü Kember, Kér gibi araçlar yapar ve bir taraftan da başkaldırı için etrafındakileri eğitir. Bu hareket yavaş yavaş yayılmaya başlar. Mart ayının 20’sini 21 ‘ine bağlayan gece zalim Dehak’a karşı direniş başlar. O gece kralın sarayı direnişçiler tarafından ele geçirilir. Aynı zamanda bu direniş Dehak’ın egemenliğindeki bütün topraklarda devam eder. Direnişçiler kendi aralarında dağlar da ateş yakarak haberleşmekteydiler. Direniş bittiğinde Kawa’nın halk harekâtı Dehak’ı ve yönetimini devirir. Sevinçle dağlara koşan halk bu ateşlerin etrafında oynamaya başlar.
Bir diğer söylentiye göre de Kawa, 20 Mart‘ı 21 Mart‘a bağlayan gece sabaha kadar demir ocağının başında sabahlar ve oğlunu zalim Dehak’ın katlinden kurtarmak için çareler düşünürken imdadına göğün yedinci katındaki iyiliğin temsilcisi Hürmüz, Ninowa‘lı Kawa’nın yüreğini sevgi ve umutla doldurur ve bileğine güç, aklına ışık verir. Ona Zalim Dehak’tan kurtuluşun yolunu öğretir. 21 Mart sabahı, gün doğduğunda, Kawa oğlunu kendi eliyle Dehak’a teslim etmek ister ve zulmün ve kötülüğün kalesi olan Dehak’ın sarayına girer. Oğlunu zalim Dehak’ın huzuruna çıkarırken yanında getirdiği çekicini Dehak’ın kafasına vurur. Dehak’ın ölü bedeni Demirci Kawa’nın önüne düştüğü anda kötülüğün alevi Ninowa’da söner. Kısa sürede bütün Ninowa ve bölge halkı isyan eder ve ateşler yakarak saraya yürürler. Zulme karşı isyanı başlatan Kawa, demir ocağında çalışırken giydiği yeşil, sarı, kırmızı önlüğünü isyanın bayrağı, ocağındaki ateşi ise özgürlük meşalesi yapar. Ninowa cayır cayır yanarken meşaleler elden ele dolaşır, dağ başlarında ateşler yakılır ve kurtuluş coşkusu günlerce devam eder. Zalim Dehak’tan kurtulan halklar 21 Mart’ı özgürlüğün, kurtuluşun ve halkların bayramı olarak kutlar. Demirci Kawa; başkaldırı kahramanı, Nevruz ise; direniş ve başkaldırı günü olarak tarihe geçer.
2. İnsanın İlk Anne-Babası
İlk insan çifti Keyumers’in yere dökülen tohumundan yaratıldı. İlk başta birbirine yapışık bitki halinde meydana çıktılar ve onların hangisi dişi, hangisi erkek teşhis edilemedi. Bu yapışık bitki bir ağaç oldu ve bu ağacın on çeşit meyvesinden on ayrı ırk meydana geldi. Nihayet insan şekline gelince onlara görevlerini Ahura Mazda öğretti, şöyle dedi:
‘Siz insanın tohumusunuz, sizler dünyanın dedesisiniz ve sizlere en iyi ihlâsı bağışladım. İyi düşünün. İyi konuşun, iyi şeyler görün ve devleri övmeyin.’
Ama onları doğru yoldan döndürmek için, kötülük pusuya yatmıştır. Ehrimen onların düşüncelerine hücum etti ve onlar ilk yalanı söylediler. Dediler ki, Ehrimen tanrıdır. Böylece, dünyanın aslını kötülüğe nispet ettirmek, insanın ilk suçu oldu. Zerdüştiler açısından bu bağışlanmayacak bir günahlardandır. Bu andan itibaren tanrının ilk çiftlerine ayırdığı yaşantılarındaki avarelik ve ayrılık başladı; hayatta yolarını kaybettiler. Tanrıların hoşuna gitmeyen kurbanlar verdiler, süt içmeye başladılar. Kuyular kazıp, demir eritip, tahtadan çeşitli malzemeler yaptılar. İşlerinde birbirleri ile ortak oldular, yani Zerdüşt dininde beğenilen işler yaptılar. Ama sonucunda dünyanın özelliklerinden olması gereken yurt edinme, ilerleme, uzlaşma olmadı; ancak ortaya çıkan fitne, fesat ve kabalık oldu. Devler, ilk eşlerin düşüncelerini, ‘devlere tapınmak tanrıya tapınmaktan daha üstündür’ sözüyle fesada uğrattılar; çiftleşme eğilimlerini artırmak suretiyle de ahlaklarını bozarak onları elli yıl aldattılar.