Sahnenin Arkası...
Sahnenin Arkası...
Her takım sorunlarla boğuşabilir. O sorunlarla baş edebildiğinizde büyük takım olursunuz. Tıpkı Shaq, Kobe ile diğer büyük egolara şekil veren Phil Jackson ve onların Lakers’ı gibi…
Dengeleri altüst eden ve bunu kendi üslubuyla yapan bir efsaneydi Shaquille O'Neal. Saha içinde, saha dışında, kamera karşısında hep iri cüssesinden çıkan yeni karakterler sundu. Profil Kitap'tan çıkan, Manolya Aşık tarafından Türkçeye çevrilen Benim Hikâyem adlı otobiyografisi de tam Shaq tarzıydı. Hayatının dönüm noktaları, lige adım atışı ve tabii ki L.A. Lakers günleri. Farklı yöntemlerle egoları yönetmeye çalışan bir koç, farklı özellikteki yıldızlar, farklı bir sistem ve yüzükler… İşte o günlerden birkaç anı…
***
Güven güzel bir şey. Los Angeles'taki ilk şampiyonluğumuzda takım içinde sahip olduğumuz bir şeydi. Kabul ediyorum, geçmişte takım arkadaşlarıma pek güvenmezdim. Her şeyi kendi başıma halletmem gerektiğini düşünürdüm. Ancak Phil Jackson'ın geldiği günden itibaren bazı büyük değişimler olmuştu.
Antrenmanların ilk gününde bana, "Wilt Chamberlain'in kariyerindeki en etkileyici nokta sence ne?" diye sormuştu. Bunun tuzak bir soru olduğunu biliyordum. Bir maçta yüz sayı yaptığını söylememi beklediğini düşünmüştüm ve onun yerine bir sezonda 50 sayı ve 27 ribaunt ortalamayla oynadığını söylemeyi tercih ettim. "Değil," dedi Phil. "Her maçın neredeyse her dakikasını sahada oynayarak geçirmiş olmasıydı. 1961-62'de takımı on uzatmalı maç oynarken o bir maçta ortalama 48.5 dakika oyunda kalıyordu. Sence sen ortalamanı 40 dakika yapabilir misin?" diye ekledi. "Evet, elbette yapabilirim," dedim. Phil akıllı bir adamdı. Beni çözmüştü. Eğlenmeyi sevdiğimi ve her şeyi kendi kafama göre yapmak istediğimi ancak bana biraz saygı gösterip benden bir şey istediğinde bu isteğinin yerine geleceğini de biliyordu.
***
Üçgen bize top hareketini, güven ise ihtiyacımız olan ruhu vermişti. Bu her şey güllük gülistanlık demek değildi. Kırk yılda bir de olsa çatışmalarımız oluyordu ama Lakers'da Ron Harper gibi bu tür sorunlarla başa çıkmayı bilen adamlarımız vardı. Harper, Phil ile Chicago'da şampiyon olmuştu ve herkes ona saygı duyuyordu. O eski kafalıydı ve ben de eski kafalıydım. Kobe'nin öyle olmadığını biliyordu ve ne zaman Kobe ile aramızda bir anlaşmazlık çıksa gidip Kobe ile konuşur, sonra da bana gelirdi. Bizi sakinleştirirdi. Bana, "Shaq, ortada buluşalım. Kobe daha çok genç. Bunu anlaman lazım. Ona ihtiyacımız olduğunu biliyorsun. Onu kızdırıyorsun. Çocuğu biraz rahat bırak," derdi.
Size yalan söyleyecek değilim. Benim için çok zordu. O kadar baskı altındaydım ki, üzerine Kobe de arka arkaya bir sürü kötü atış yapınca, ona avazım çıktığı kadar bağırmak istiyordum. "Bir atış daha kaçırırsan seni takas ettireceğim!" demek geliyordu içimden. BShaw (Brian Shaw) arabuluculuk yapan bir diğer isimdi. Kobe'ye, "Bu kadar bencil olmayı bırak. Burada takım oyunu oynamaya çalışıyoruz!" demekten geri kalmıyordu.
***
Phil tamamen farklı bir adamdı. Sürekli Zen modundaydı. Geldiğim mahalleden dolayı esrar gibi bazı otların nasıl koktuğunu biliyordum. Phil bizden meditasyon yapmamızı isterdi. O yüzden bizi bir odaya koyar, loş ışıklar altında yanan ada çayını koklamamızı söylerdi. Antrenman tesisimizde on beş oturaklı bir salonumuz vardı. Kızılderili davulunu çalmaya başladığında, "Kıçınızı kaldırıp salona gelin" demek istiyordu. Nerede olursanız olun, du, du, du sesini duyduğunuzda yürümeye başlasanız iyi olurdu. Salona gittiğimizde ışıkları kapatırdı ve içerisi zifiri karanlık olurdu. Sonra otu, pardon ada çayını yakar ve bize sandalyelerimize yaslanıp rahatlamamızı söylerdi. Sonra da takımda ne olup bitiyorsa onları anlatırdı.
Çoğu zaman çocukların horladığını duyardınız. Akşamdan kalma olanlar… Bazı günler ben de uyuyakalırdım; çünkü yorgun oluyordum. Diğer zamanlarda ise dediklerini dinlemeye çalışıyordum. Çok nadiren de olsa gerçekten meditasyon yaptığım oluyordu. Phil konuşmasını bitirdiğinde, bize on kere derin derin nefes alıp vermemizi söylerdi. Güya bu nefesleri verirken içimizdeki stresi de dışarı atıyorduk. Bazı günler işe yarıyordu. Gerçekten işe yaradığını düşünüyordum. Diğer günlerde ise uyumak için güzel bir zaman oluyordu. Öyle ya da böyle, Phil'i bu konuyu çok ciddiye aldığı için alay konusu etmeye kimsenin cesareti yoktu.
Nedenini hiç anlamadım ama Kobe üçgenden nefret ederdi. Bunu yapınca bir sürü şut atma şansı oluyordu. BShaw üçgenin herkesin olup bitenden, yani Kobe ve benden, dikkatini uzaklaştırmak için çok iyi yöntem olduğunu söylerdi. Eğer Kobe'yi ikili sıkıştırırlarsa topu çembere gönderecek olan ben vardım. Eğer Kobe'ye ikili sıkıştırma değil de adam adama savunma yaparlarsa, onu durdurmanın imkânı yoktu. Eğer sadece ikimiz üzerine yoğunlaşmak gibi bir hata yapacak olurlarsa da, Kilit Adam Bob Horry ve Glen Rice onları üçlük yağmuruna tutardı.
Kobe'ye sinir olan tek ben değildim. 1999-2000 sezonunun daha başında, antrenmanda maç yapıyorduk ve Kobe topu alınca o kadar bencil oynuyordu ki Rick, Brian ve AC Green gibi yaşça daha büyük oyuncular, "Tamam. Phil buna bir şey demiyorsa, bizim de sadece oyuncularla bir toplantı yapmamız gerekiyor," demişti.
Phil her zaman bu tür toplantılara karşı olduğunu ve bu toplantılardan hayırlı bir sonuç çıkmadığını söylerdi ama biz yine de toplantıyı yapmaya karar vermiştik. Bu yüzden, herkesi o küçücük odada topladık. Herkes doğal olarak Kobe'ye yüklendiği için Phil'in bunu neden istemediğini anlayabiliyordum. Sonrasındaysa koçlar içeri daldı ve Phil, Kobester'ı korumaya çalışarak, "Hadi çocuklar. Her şeyi Kobe'ye yüklemeyin. Bunu bir cadı avına çevirmeyelim," demişti. DFish onun sözünü kesti ve "Bekle bakalım Phil, sen burada yeni sayılırsın. Biz bu duruma üç-dört senedir katlanıyoruz. Sorunun kaynağına inme zamanı çoktan geldi," dedi.
Phil'e neden Kobe'yi koruduğunu sordum. O da Kobe'yi her zaman saldırı modunda tutmak istediğini söyledi. En etkili oynama şekli buydu ve Phil sürekli onu eleştirirse tereddüt etmeye başlayabilirdi ve bu da takım için iyi olmazdı. Benim için hiçbir anlamı yoktu ve gerçekten hiç önemli değildi.
Babam 1999-2000 sezonu konusunda haklıydı ve dediği gibi ya şampiyon olacak ya da her şeyi mahvedecektik. İlk turda, Sacramento ile çok zorlu bir seri oynamıştık ve bu o zamanların en iyi beş serisinden biriydi. Beş maç da heyecan doluydu. İki takım da birbirinden nefret etmeye başlamıştı. Vlade Divac o takımdaydı ve Kobe'nin alınması için takas edilen oyuncuydu ve eminim sırf bu yüzden bile motivasyonu tavan yapmış olmalıydı. Ayrıca, Penny'yi almaları için Orlando Magic'e transferini engellediğim Chris Webber de oradaydı.
Dördüncü maçın kaybedilip durumun 2-2'ye gelmesi, bizim sahamızda oynanacak beşinci maçta kazananın her şeyi alacağı anlamına geliyordu. Maçtan sonra her yerimizi Sacramento hayranları sarmıştı. Ron Harper da arkasını dönüp onları susturmak için şampiyonluk yüzüklerinden birini onların gözüne sokar gibi yaptı. Ama susacaklarına, "Shaq'la olmaz! Shaq'la olmaz!" diye tezahürat yapmaya başlamışlardı. Hıh! Bu gerçekten kırıcıydı. Tamam dostum 5. maçta bu iş bitmeli diye düşünmeye başlamıştım.
Babam maçtan önce beni aradı ve "Sacramento'da hiç iyi oynamadın ama bunu unutmalısın," dedi. Bu iyi bir tavsiyeydi. Kendi evimizde onlara 32 sayı attım ve 18 ribaunt aldım. Çocuk oyuncağı. Ama size doğruyu söylemem gerekirse, o takım beni bir hayli endişelendirmişti ve onları yendiğimiz için son derece mutluydum. Hoşça kal Sacramento!
***
Finallerde Pacers ile karşılaşmak tam bir hayal kırıklığı olmuştu. Artıklardan oluşan bir takımdı. Koçları olan Larry Bird iyi hazırlamıştı ama biz daha iyiydik. O noktaya kadar kimse bize engel olamamıştı. Diğer bir şey ise beni adam adama savunmayla durdurmaya karar vermiş olmalarıydı. Buna inanamıyordum. Larry, sen biliyor olmalıydın. Birinci maçta 43 sayı ve 19 ribauntla oynadım. Maç sonunda bana, "Kendini nasıl savunurdun?" diye sorduklarında, "Savunmazdım. Sakatmış gibi yapıp eve giderdim," dedim. O sezonun Mayıs ayında kendime 'Büyük Aristo' ismini vermiştim; çünkü Aristo'ya göre mükemmellik tek bir hareket değil, bir alışkanlıktı. Benim planımsa şampiyon olmayı bir alışkanlık haline getirmekti.
***
2000-2001 sezonuna 23-11'le başlamıştık ve Kobe sinirleri yerinden zıplatıyordu. Bir maçta 38 sayı atmış ve kimsenin yüzüne bakmamıştı bile. Ben de takas istedim. Biraz şakayla karışık olsa da. O sezon başımıza gelen en güzel şey Kobe'nin sakatlanması ve dokuz maç oynamamasıydı. Daha önce söylediğim gibi, akıllı bir adamdı ve orada oturarak bizim dokuz maçtan sekizini kazandığımızı gözleriyle görmüştü ve top hareket edip herkes ona dokunduğu sürece daha iyi bir takım olduğumuzu anlamıştı. Hakkını vermek lazım. Sakatlığından sonra geri geldiğinde bambaşka bir adam olmuştu. Bu da bizim daha farklı bir takım olduğumuz anlamına geliyordu. Çok etkili bir son yapmıştık ve kazanmak için Sacramento'yu tek maçla parçalamıştık.
İnsanlar bize neden şansımızın bu kadar yaver gittiğini sorduğunda, "Hücumumuz Pisagor teoremi gibi. Cevabı yok," demiştim. Bu sözüm medyada olay olmuştu. Elbette bazı akıllı adamlar gelip beni köşeye sıkıştırmışlardı ama ben de, "Pisagor teoreminin bir cevabı yok. Aslında var da, siz onu bulana kadar ben 40 sayı, 10 ribaunt alırım ve şampiyonluk kutlamalarına başlamış oluruz," dedim. Ben çok büyük bir tören planlıyordum. Kendimi Süpermen gibi yenilmez hissediyordum. Süpermeni durdurabilecek tek şey kriptonitti ve kriptonit diye de bir şey yoktu.
Bunun ardından yaptığımız, tüm kariyerimin en tatmin edici şeyiydi. Eski ezeli rakibimiz Portland ile oynadık ve üç maçta onları silip süpürdük. Resmen ezmiştik. Tahammül edemediğim bir diğer takım ise Sacramento Kings'ti ki ben onlara Kraliçeler demeye başlamıştım. İşte o maçlarda attığım sayılar: 1. maç 44 sayı, 21 ribaund; 2. maç 43 sayı, 20 ribaund; 3. maç 21 sayı, 18 ribaund; 4. maç 25 sayı, 10 ribaund. Görüşürüz Kraliçeler.
Şimdiyse, Batı Konferansı Finallerinde Spurs ile oynamak zorundaydık ve bu da yine Tim Duncan'la karşılaşacağız demekti. Tim, 2000 yılında sakatlanmıştı ve bu yüzden playoff'larda onu görememiştik. Bence, en değerli rakibimi yendiğim en az bir unvana sahip olmalıydım. 1. maçı aldık. 2. maçın üçüncü çeyreğinde 15 sayı öndeydiler ve Duncan dehşet saçıyordu. "Buna izin veremeyiz," diye düşünüyordum. Kobe de aynı şeyi düşünüyordu ve maçı domine etmeyi başarmıştı. Çıldırmış gibiydi. Harika bir iş çıkardı ve Spurs'un buna verecek bir cevabı yoktu. Bizi kendimize getirmişti ve kazandıktan sonra "O benim idolüm," demiştim. Ve şaka yapmıyordum. Spurs'u ezmiştik. Yanlış duymadınız. Spurs'ü evine yollamıştık ve daha bir tane bile playoff maçı kaybetmemiştik.
Finallerde Sixers ile oynayacaktık ki bu da sezondaki ikinci En Değerli Oyuncu ödülümü benden çalan Allen Iverson'ı görmek demekti. Yetenekli herifin biriydi ve onunla zor başa çıkacağımızı biliyorduk. İlk maçta bizi yendiklerinde, Lakers'tan nefret edenlerin yuhalamalarını duymaya başlamıştık. Merkezlerinde o sezonun en iyi savunma oyuncusu seçilen Dikembe Mutombo olduğunu söylüyorlardı. Georgetown'dan geliyordu (Georgetownlılar'ın canımı nasıl sıktığını bilirsiniz.) ve iddialara göre beni "devre dışı" bırakacaktı. Beni "durdurmak" için seçilen komik bir sözcüktü.
Ben olsam parayı ona basmazdım. Amacım sadece Sixers'ı yenmek değil, Dikembe'yi de yok etmekti. Benim dirseklerimden ve "agresif oyunum"dan yakınıp duruyordu ve ben de "Buna ne dersin?" deyip kafasının üzerinden defalarca smaç bastım. Onu madara etmiştim. İşi bitirmek için sadece beş maç yetmişti. 2001 şampiyonluğunda en iyi hatırladığım şey babamın da sahada benimle birlikte olması ve bağırarak, "Seni seviyorum," demesiydi. Yaşlı adam bu cümleyi pek sık söylemezdi ve ben de bir anlığına donup kalmıştım.
Serilerin ardından Jerry West tebrik etmek için beni aradı. Sixers'ın ve Mutombo'nun moralini "lime lime ettiğimi" söylemişti. "Shaq, hızın, ayak hareketlerin, dengen, gücün, tek taraflı bir boks maçı izlemek gibiydi. Maçı bırakmalıydılar. Dikembe'yi tamamen devre dışı bıraktın. Bazen maçın hiç de adil olmadığını düşünüyordum," diye de eklemişti. Takımın simgelerinden biri olan Jerry West'ten bu övgüleri almak gerçekten çok güzeldi. Basketbol dünyasının zirvesindeydim.
kaynakça: https://socratesdergi.com/yazi/sahnenin-arkasi-shaq-kobe