BİR ADAM BİR AŞK PART 2

CqsK...pwmy
11 Jan 2024
34

Oyunu izlerken çok kaptırmıştı kendini Niyazi. Oyun üç ana karakter üzerine kuruluydu. Kendine çok yakın bulduğu karaktere yapılan haksızlıklara, oyunlara çok içerlemiş, olmadık şekilde asabileşmişti. Ne için geldiğini bir an hatırlamasa ayağa fırlayarak “Oyun oynamayın ulan benimle!” diye bağırıp bu haksızlığa, bu düzene bir son verecekti. Hemen üzerini düzeltir gibi yapıp yerine oturdu ve kendine geldi.
“Tutamıyorum kendimi efendim. Ben oyunlara gelemiyorum. ‘Oynamayın ulan! Bozacaksınız.’ deyip tam yüzlerine çarpacağım, güleceğim geliyor. Kahretsin! Oysa ben ne oyunlar oynuyorum her gün. Herkesi memnun etmek ne zor bir bilseniz… Hep kendimden veriyorum, hep ben eksiliyorum efendim. Biri tutup, ‘Yeter Niyazi biraz da sana kalsın’ demiyor, bir incelik göstermiyor. Üstelik kim bilir arkamdan neler söylüyorlar? Ah! Bir bilseler... Herkesi sevmek çok zor efendim. Sevgim yetmiyor, tükeniyorum. Artık oynamak istemiyorum.”
Az daha izleyicilerden biri oyuna dâhil olacaktı. Sonra neden tiyatroya uzun zamandır gelmediğini hatırladı. Okuduğu, işittiği, gördüğü bir vakıa tam karşısında iken bu vakıa sanki hemen cildinden vücuduna oradan benliğine hızla nüfuz ediyor tüm duygusunu kendine uyarlıyor, akışına kumanda ediyordu. Herhalde empati dahil, fazlasının zararlı olmadığı hiçbir şey yoktu.
“Oyun bitmişti. Sahne arkasına gittim. Bir telaşenin ortasında yakalayıverdim onu. Görünce şaşırmadı çünkü ayağa fırladığımda meğer beni görmüş ve tanımış. Bir yere geç kalmış da yetişmek için çırpınıyormuş gibi acelesi vardı. Kâfi derecede konuşamadık, oyun ve oyunculuğu hakkında övgüler vs. ‘Gitmem gerek’ dedi. ‘Neden?’ demedim, ‘Nereye?’ demedim. Belki de diyemedim. Gülüyordu, bu minicik anı böyle gereksiz sorularla harcamak istemedim. Zannederim benim de yüzümde aynı şapşal gülümseme vardı. Neden diyecektim ki, neye istinaden, hangi sıfatla, hangi gerekçeyle? ‘Hoşça kal’ dedi ve gitti. ‘Elveda’ dedim. Elveda.”
Oyun bitti. Eve sahilden yürüyerek döndü Niyazi. İçinden türlü düşünceler geçiyor, sanki hepsi ittifak etmiş gibi dönüp aynı gülümsemede birleşiyordu. Hiçbir şey olmamış gibi, “Ne güzel gülüyordu.” dedi içinden. Daha içinden kendine hak verdi: “Evet, kesinlikle.” Dışından mırıldandı cesaretle. Az daha denize bile haykıracaktı ama insanlar ne derdi? Ayıplanmaktan korktu ve buna canı çok sıkıldı. Derin bir nefes aldı ve havası sönen balon gibi bıraktı. Öyle derinden yaptı ki bunu sanki içinden bir şeyler kopup gitmiş, acıtmadan gecenin karanlığına karışıvermişti. Şimdi içinde başka bir açıklığı, daha çok boşluğu anımsatan bu açıklığı, daha yavan ve tatsız hissetti. Birden durdu, bekledi. Sanki bir şeyin sessizce geçmesini bekliyordu. Geçmedi. Sonra yürümeye devam ederek içine bir türlü sığmayan can sıkıntısını iki kelimeye sığdırıverdi: “Her neyse.”
Bir hafta sonra…
Yine aynı yerde… “Bir bankta denize nazır kendimi sorguya çekiyordum. O denli kendimle baş başayım ki, içimde en içimde bir yerde… Öyle ki, en karanlık, en kuytu, en kötü… “Dış dünyayı tamamıyla yalıtan bu hesaplaşmadan ancak acı, keskin ve havayı yaran metal bir sesle çıkabilmiştim. Başka zaman olsa çevremdeki en olağanüstü şeylere alakasız kalabilir, ruhumda en ufak bir tecessüs kırıntısı dahi duymazdım. Ama bu kez bir şey -çok başka bir şey- beni arkamdaki caddede bir anda peyda olan kalabalığa çekiyor, oradaki telaşı ve kargaşayı kafamın içinde yaşamaya mecbur ediyordu. Bu yığından tüten panik havasına tezatla, herkesten ziyade orada itidalle bir görevi ifa için bulunuyormuş gibi usulca kalabalığı yarıp herkesin baktığı yere baktım. Bir anda başım döndü. Şuurumda bir uçurum açıldı, aynı anda dengemi kaybettim ve gözlerim bulandı. Eğildim ve tüm dikkatimle bakmaya çalıştığım şeyin üstünde bakışlarım, aklım ve hissiyatım donakaldı. Aklım iki insan arasında şiddetle bir takım farklar bulmaya çalışıyor, bir hafta zaman zarfı içinde gidip geliyor, mukayeseler yapıyor, bunun için kendini hırpalıyor ama bu trajik gerçekten bir türlü kendini kurtaramıyordu. Kalabalık üstüme geldi, sesler karıştı. Ezildiğimi, şuurumun yamyassı olduğunu zannettim. Tüm o sakinliğin yerine bir telaş… Kalabalığın telaşı… İnsanın hislerine yabancılaşması… Bir kalabalığın havasına, hislerine bulanmak… Karmaşık bir etkileşim, ortak bir duygu: Acımak… Tanımadığın birine duyulan üzüntü, yardım isteği, bir iç buruntusu, panik, meraklı ve lakayt bir ilgi… ‘Nasıl olmuş?’, ‘Kimmiş’, ‘Ambulans çağırdınız mı?’ Sadece birkaç saniye… Nedir tüm olup biten? Bunlar bana ait şeyler değil. Ben her şeye bu kadar yabancı, bu kadar lakayt değilim. Tanımadığım bir yakınımı kaybettim, çok yakınımı. Ben, bu kalabalıkta ben değilim. İçimde bir feryat: Bırakın beni, Bırakın! “Çok kalabalıktılar Efendim. Ve kaçmak kurtuluş değildi.” Teslim oldum. Artık onulmaz gerçeğin sakinliği (yani şu kalabalığın duyarsızlığı) tüm duyguma sirayet etti. Uyuşturdu. Nerde az evvel ki telaşınız, aceleniz? Her şey için çok geç değil mi? Elbette, ölüme gidenin hızına yetişilmiyor. Peki, ne çabuk değiştiniz, nedir bu umursamaz tavırlar? “Artık beklediğim bir olay vuku bulmuş gibi oracıkta uzanan şeye bakıyor, yabancı bir üzüntüden başka bir şey hissedemiyordum. Hayat ne garipti. Hâlbuki ben ‘Elveda’ derken bu kadarını kastetmemiştim. Arkamı dönüp kalabalıktan sıyrılarak oradan uzaklaştım. Gidip aynı banka hiçbir şey olmamış gibi aynı duygularla oturacağımı zannettim. Olay mahallinden uzaklaştıkça bir acılık gözlerime hücum ediyor, oradan hızla göğsüme iniyor burada tıkanıp kalıyordu. Kalbim ağrımaya başlamıştı. -Mecaz değil, kalbim düpedüz bütün gerçekliği ile ağrıdı- Nefes alamıyor, aldığım her derin nefes yarım kalıyor, yetmiyordu. İçimde bir taş büyümeye başlayıp ciğerlerimi kan revan etmişti sanki. Tüm damarlarım zonkluyor, parmak uçlarıma kadar terliyor, bunalıyordum. Bu mahşer sıcağının beynimi adeta kaynattığını hissettim. Derin bir elem… Ağlamak mı, üzülmek mi, sıkılmak mı veya kahrolmak mı? Neyi nasıl hissetmem gerektiği konusunda en ufak bir fikrim yoktu. İnsanı en çok bu muamma yormaz mı? Aklım, fikrim adeta prangalı mahpus, buradan uzaklaşması kabil değil. Bedenim ise kıpırdamıyor, olup biteni öylece karşıdan izliyordum. -Sahibi ölmüş köpek sadakati- Bırakıp gidersem ihanetlerin en büyüğünü yapacakmışım gibi… Son görev sorumluluğu gibi bir fikir beni oraya mıhlamıştı.” Hemen arkasında gözüne bir şey ilişmişti. Korkuyla irkildi. Belki bir insan… Belki bir kadın… En uçta. Öyle ki parmak uçları boşlukta... Dudaklarında dua gibi bir cümle kıpırdanıyordu: “…”

Get fast shipping, movies & more with Amazon Prime

Start free trial

Enjoy this blog? Subscribe to Mrttkn41

0 Comments