Aşk nedir, ne değildir?
Bu sorunun cevabı çok önemli çünkü sağlıklı kararlar vermek, doğru adımlar atmak, gerçeği görmek ve sınırları belirlemek için tanımlara ihtiyacımız var. Fakat söz konusu “duygular” olduğunda bazı terimlerin tanımını yapmak gerçekten zor. Aşk da onlardan biri. Şayet aşkın ne olduğunu, sınırları net bir şekilde açıklayamıyorsak ne olmadığını bilmek, bundan sonrası için faydamıza olabilir.
Belki de tanımlayamadığımız için bolca hata yapıyor, çokça hayal kırıklığı yaşıyor, onca şeye rağmen olan bitene bir türlü anlam veremediğimiz oluyor değil mi? Oysa tanımı bilsek, yaşadığımız deneyimin o tanıma uygun olup olmadığını kontrol edebilir, sağlama yapabilirdik değil mi?
Doğrusu bu mümkün olsaydı, muhtemelen “sanat” olmazdı. Bu nedenle ne olduğunu değil, ne olmadığını konuşacağız ki en azından aşk sandıklarımızın (hatalarımızın) sağlamasını yapabilelim, “evet, bu aşk değil bir hata” diyebilelim.
Ayrıca ne olmadığını bilmek, olması gerekene yakınlaşmamızı sağlar.
Psikolojide Aşk Nedir, Ne Değildir?
En yaygın kabulle aşkın psikolojideki karşılığı obsesyon, yani “takıntı”dır. Nasıl takıntı haline getirdiğimizi açıklamak da mümkün: Etkilendiğimiz birine fazla değer veriyoruz ve fazla değer verdikçe bağlanmaya başlıyoruz. Bu defa, bağlandığımız kişiye daha çok değer vermeye başlıyoruz. Daha çok değer verince ise daha çok bağlanıyoruz. Yani, kısır döngüye giriyoruz.
Demek ki ruh ikizimizi bulduğumuzda değil, o an ihtiyacımıza karşılık gelen, seçtiğimiz herhangi birini fazla düşündüğümüzde veya ona fazla anlam yüklediğimizde aşık olabiliyoruz. E öyleyse bizim için yanlış insanı baştan elemek ve bizim için doğru insana düşsel mesai ayırmak, şayet takıntıysa bile doğru insanı takıntı haline getirmek mümkün olabilir mi? Neden olmasın? Bence bu mümkün!
Öncelikle bize uygun olmayan (yanlış insanlara) nasıl çekildiğimizi anlamakta fayda var. Şöyle ki: Psikolojide kime, neden, nasıl aşık olduğumuzu açıklayan “şema” adında kavram(lar) vardır.
En basit tanımıyla şema: Geçmişten gelen deneyim veya yorumlarımızla oluşmuş, genellikle bilinçaltında yaşayan bir tür yanıltıcı düşünme biçimidir. Psikiyatri uzmanları, örneklendirme yaparken şemalar için “yanıltıcı gözlük” ifadesini sıkça kullanırlar. Şemaların açığa çıkarılması ve danışanın aydınlatılmasına dayalı terapilere şema terapi denir. Yani, tahmin ettiğiniz gibi, şema terapilerin amacı, yanıltan gözlüğünüzü çıkarmak veya düşündüğünüz gibi olmadığının farkına varmanızı sağlamaktır. Bunu size birkaç basit örnekle, kolayca anlatabilirim.
Örneğin, çocukken ebeveynlerinden birini kaybeden veya kaybetme korkusuyla büyüyen kişilerde “terk edilme şeması” gelişebilir. Terk edilme şemasının da en basit tanımı şu: Ortada gerçek bir neden yoksa bile değer verdiğimiz birinin bizi terk edeceğini düşünmek veya terk edeceğine dair endişe duymak. İşte bu kaygı (bu şema) bizi fazla fedakar veya gereksiz mücadeleci birisi yapabiliyor. Ne için? Kaybetmekten korktuğumuz kişiyi kaybetmemek için. Dahası, kaybetme şeması olan kişiler, kendilerini terk etme potansiyeli yüksek insanlara daha fazla bağlanabiliyorlar. Ayrıca bu endişeyi zihinlerinde çevirdikçe endişe veren kişiyi takıntı haline getirebiliyorlar. Bu davranış genellikle bilinç düzeyinde olmadığı için “ne oluyor yahu?” diyemiyor insan. E psikoterapi de bu yüzden var zaten: Duygularımızı bilinç düzeyinde yorumlayabilmek için. Velhasıl, düğümler çözülmeye başlıyor değil mi?
Şemalar yalnızca “terkedilme” şemasından ibaret değildir. Dolayısıyla, yalnızca terkedilme şeması olanların kontrolsüzce aşık olduğunu düşünmeyin. Diyelim ki geçmişte birileri (genellikle en yakınlarınız) tarafından aşağılandınız, beceriksiz olduğunuz söylendi, aptal muamelesi gördünüz ve devamlı küçümsendiniz… O halde sizde “başarısızlık şeması” gelişmiş olabilir.
Başarısızlık şemamız varsa bilin bakalım ne olur? Bizi küçümseyen, sık sık olumsuz eleştiriler yapan, doğrudan veya manipülatif bir şekilde ezikleyen bir insanla tanıştığımızda o insan bize bir yerlerden tanıdık gelebilir. Tanıdık gelince de ilgi duyabiliriz. Bize tanıdık gelmesinin en önemli sebebi, daha önce bu özellikteki birilerinin bizde iz bırakmış olmasıdır. Bu hissiyat veya düşünce tam olarak bilinç düzeyinde olmadığı için, esasen kötü bir çağrışım olduğunu idrak edemeyebiliriz.
O an önemli olan tanıdık gelmesidir ve bizler tanıdık geleni daha kolay kabul ederiz, benimseriz. Basit bir örnekle hemşehriciliği düşünün: Biri bize “aa ben de oralıyım” dediğinde bile bir yakınlık hissederiz değil mi?
Ah bi’ anlasak aslında kötü anılarla ve kötü izlerle tanıdık geldiğini, hiç aşık olur muyuz ona?
Sonuç olarak: Birçok insanda olduğu gibi, bizde de çeşitli şemalar varsa ve şemalarımızı tetikleyen biriyle karşılaşmışsak muhtemelen aşk sandığınız o yanılsamayı yaşamışızdır. Yine yüksek bir olasılıkla ilişkimizin başlama nedeni aynı zamanda bitiş nedeni olmuştur. Kaybedenler Kulübü adlı sinema filminde Yiğit Özşener (Mete karakteri) diyor ya hani:
“Kadınların özelliği ne biliyor musun? Seni sen yapan özelliklere aşık olup sonra senden o özellikleri almaya kalkıyorlar…”
Doğru ve bu durum sadece kadınlar için değil, erkekler için de -tüm insanlar için- geçerli. Yanıltan bir düşünce (şema) yüzünden birini çok yakın (tanıdık) hissederiz. Tanıdık gelen o duyguyu benimseriz. Sonra o duyguyu yaşatana bağlanırız. Ayaklarımız yere basmaya başlayınca bazı şeyler de batmaya başlar. Başta tanıdık geldiği için ilgimizi çeken olumsuz yönler hakkında sonraları ne kadar sık serzenişte bulunursak karşımızdaki insan, bir o kadar uzaklaşmak ister bizden. Çünkü beklentimizi birine ne kadar çok tekrar edersek o kadar zorbalık yapmış oluruz. Evet evet, zorbalık! Bakın Wikipedia’da “beklenti” tanımından şu şekilde de bahsedilmiştir:
“Bir diğer kişinin davranışı veya performansı hakkındaki beklenti, o kişiye ifade edilince, bir talep veya emir özelliği taşıyabilir.” (Wikipedia)
Örneğin, bazen özgür ruhlu veya rahat davranışları olan biriyle ilişki yaşamayı tercih etmiş, sonra da güven vermediği gerekçesiyle o kişiyi değiştirmeye çalışmış olabiliriz. Bu konuda ısrarcı davrandığımızda güzel bir aşk hikayesi yazabiliriz çünkü genellikle sonu hüsran olur. Ya terk ederiz ya terk ediliriz. Sonrası Yıldız Tilbe zaten…
Bu tür yanılgıların veya yanlışların neticesi travmatik olunca iz bırakıyor, iz bırakınca da adı aşk oluyor. Peki “aşk” denilince bizim anladığımız veya arzu ettiğimiz senaryo bu muydu? Hayır!
Bu yüzden psikolojik veya nörolojik tanımının ne olduğundan ziyade, ne olmadığıyla, yani bizim yüklediğimiz anlamlarla ilgilenmek lazım gelir. Psikolojide aşk bir obsesyon, yani hastalık haliyse biz, bu tanıma uygun bir aşk istemiyoruz değil mi? Biz aşağıdaki tanımlara uygun bir aşk istiyoruz sanırım:
Sözlüklerde Aşk: İki insanın birbirine karşı veya tek yönlü olarak yüksek sevgi beslemesi. (Ortak tanımla…)
Felsefede Aşk: Hareket ettirici, harekete geçirici… (Genel yorumla…)
Sanatta Aşk: İlham verici, yaratıcı… (Genel kabulle…)
Biz, bu tanımlara uygun bir duygu durumu yaşamak isterken psikolojideki tanıma uygun takıntı halini yaşıyoruz çoğu kez. O halde neyi isteyip neyi tercih ettiğimizi yeniden düşünelim, derim. Bence aşkın tanımı da sanat gibidir; sınırları kaldırmaz. Herkesin tanımı veya aşka yüklediği anlam farklı olabilir. Doğrusu-yanlışı yok ancak sağlıklısı-sağlıksızı var. Sağlıklı duygular ve deneyimler yaşayabilmeniz dileğiyle, aşkla ve dostlukla…