Rüyaları Anlamak
Rüyalar: Antik Safsatalardan Modern Analizlere...
Rüyalar, uykulardan söz edip de değinmeden geçemeyeceğimiz bir olgudur. Dolayısıyla bu konuda bazı temel bilgilere yer verip, konu hakkındaki bazı ilginç gerçeklerden bahsetmenin faydalı olacağını düşünüyoruz. Rüyalar öylesine ilgi çekici, öylesine ürkütücü ve öylesine etkilidir ki, insanlık tarihinde rüyalarla ilgili anlatı ve izlere Milattan Önce 3100’lü yıllarda Sümerlerde ve M.Ö. 2000’lerde Antik Mısır’da rastlayabiliyoruz.
Tabii rüyalar söz konusu olduğunda karşınıza ilk çıkan şey ne yazık ki bilim değil, dayanaksız safsatalar olmaktadır. Çünkü bu safsataların kökenleri, rüyalarla ilgili bilimden çok daha eskilere gitmektedir. Rüyaları “Tanrı” ve “şeytan” gibi bilimsel geçerliliği olmayan olgularla ilişkilendirmenin ve rüyaların gelecekle ilgili öngörüler/kehanetler barındırdığı gibi safsataların tarihini Asurlular ve Babilliler’e kadar takip edebiliyoruz. Günümüzde de bu tür yalanlar üzerinden prim yapan, halkı yanlış bilgilendirmek suretiyle para kazanan çok sayıda insan bulunmaktadır.
Klasik tarih içerisinde rüyalara daha objektif, gerçekçi ve bilimsel bir bakış açısı geliştirmeye çalışan bazı toplumlar ve kişiler olduysa da, rüyalarla ilgili ilk bilimsel çıkarımları yapan kişi (belki de beklenildiği üzere) Sigmund Freud'dur. 1900 yılında yayınladığı Rüyaların Yorumu başlıklı makalesinde Freud, rüyaların ve özellikle de anlamlı olan rüyaların beynin fonksiyonlarıyla alakalı olduğunu ileri sürmüştür. Ancak aynı zamanda rüyaların “anlamlı bilgiler verdiği” konusu üzerinde de durmuştur.
Buna rağmen, rüyaların “fizik ötesi” olduğu iddia edilen âlemlerden değil de, beynimizin ta kendisinden kaynaklandığını söylemiştir. Freud, rüyalarımızda bazı dileklerimizi gerçekleştirebildiğimizi düşünmüş ve buna dilek gerçekleşmesi adını vermiştir. Yani uykumuz sırasında bilinçaltımızda bulunan ve Ego ile Süperego nedeniyle baskılanmış olan isteklerimiz ve arzularımız tatmin edilmektedir. Freud’un iddiasını göre özellikle aile ve toplum nedeniyle baskılanan arzularımız rüyalarda kendilerine yer bulmaktadır.
Freud’un iddialarının ve bilimselliğinin tartışması ayrı bir makalenin konusu olabilir. Ancak Freud’un rüyaların açıklanmasındaki asıl görevi, onların “ne anlama geldiğinden” ziyade, sıradan biyolojik ve psikolojik unsurlar olduğunu göstermesi olmuştur. Günümüzde yapılan tüm araştırmalar, zaten bilimsel bir perspektifte öngörülebileceği gibi, rüyanın bedenden ayrı bir olay olmadığını; tam tersine, beyindeki sıradan biyokimyasal tepkimelerin bir ürünü olduğunu göstermiştir.
Beyindeki hangi bölgenin rüyalardan aslen sorumlu bölge olduğu henüz kesinleşmiş olmamakla birlikte, oto-aktivasyon bozukluğu adı verilen bir hastalığa sahip olan ve olmayan insanlar üzerinde yapılan bir araştırma, rüyaların beyin sapından kaynaklandığını göstermiştir. Beyin sapı, omuriliğimizi beynimize bağlayan ve uyku da başta olmak üzere çok temel dürtülerimizi kontrol eden bir beyin bölgesidir.
Oto-aktivasyon bozukluğu, beynin herhangi bir bilinçli ve duygusal süreci başlatıp sürdüremediği, bu hastalığa sahip olanların “zihinsel bir boşluk” halinde olduğu ilginç ve ürkütücü bir hastalıktır. Bu kişiler genellikle öylece bir kenarda otururlar, konuşmazlar, hareket etmezler. Eğer ki birisi onları uyarırsa veya onlarla konuşursa, anılarını hatırlayıp cevaplar verebilirler. Ancak kendi hallerine bırakıldıklarında beyin herhangi bir zihinsel faaliyeti gerçekleştirmez. İşte bilinç konusunda böylesine “boş” ve “temel” bir durumda olan kişilerde bile uyku sırasında rüyaların görüldüğü tespit edilmiştir.
Bu durum, rüyaların oluşumunun düşünme ve bilinçli algılama gibi üst düzey fonksiyonlara sahip bölgelerinde üretilen karmaşık bir yapı olmasından ziyade; daha temel ve evrimsel süreçte erken dönemde oluşmuş beyin bölgelerinden kaynaklanarak giderek karmaşıklaşacak şekilde inşa edilen bir olgu olduğunu düşündürmektedir. Yani rüyalar muhtemelen beynimizin neokorteks gibi karmaşık ve üst düzey fonksiyonlarının kontrol edildiği bölgelerde üretilip de sonradan daha alt bölgelere inmek yerine (yani “yukarıdan aşağıya” bir sistem olmak yerine); daha alt ve eski beyin bölgelerinde üretilip sonradan üst ve karmaşık bölgelerde şekillendirilen bir süreçtir (yani “aşağıdan yukarıya” bir sistemdir).
Freud’dan itibaren rüya araştırmaları çok daha somut ve bilimsel bir temele yerleşmiştir ve geride bıraktığımız asırda rüyalara, nedenlerine, nasıllarına ve işlevlerine yönelik çok ilginç bilgiler edinilmiştir. Böylelikle rüyalar bir kralın ne zaman öleceğini bildiren gizemli mesajlar olmaktan çıkarak, beyin fonksiyonlarından doğan ve evrimsel süreçte avantaj sağladığı için seçilerek yaygınlaşmış olabilecek biyolojik bir olguya dönüşmüştür.
Rüya Araştırmalarındaki Temel Zorluklar
Rüyalarla ilgili çalışma yapmak gerçekten güçtür, çünkü araştırmacıların başkalarının rüyalarını aktif olarak "görmeleri" şu anda, günümüz teknolojisi ile mümkün değildir. Dolayısıyla araştırmacıların dolaylı yollara başvurmaları gerekir ki bu, bilimsel verilerin güvenilirliğini ciddi anlamda düşürmektedir. Rüya araştırmalarında bilim insanlarının karşılaştıkları sorunları anlamak, rüyalarla ilgili bilimsel yargılara varmanın da neden oldukça güç olduğunu anlamamızı sağlayacaktır. Bu nedenle şöyle bir özet yapabiliriz:
- Hastaların Sözüne Güvenmenin Zorluğu: Herkes yalan söyler. Ortalama bir insan 10 dakikalık bir sohbet içerisinde 2-3 adet yalan söyler. Her bir insan, 24 saatlik süre zarfında karşılaştığı insanlardan ortalama 200 adet yalan işitir. Üstelik insanlar kolay kandırılabilir canlılardır; ortalama bir insan kendisine söylenen yalanların sadece %54’ünü tespit edebilir. İnsanların bebekleri de daha 6 aylıkken etraflarındaki insanları kandırıp aldatmayı öğrenirler ve uygulamaya başlarlar. Beyinlerimiz de veri eksikliğini uydurma verilerle doldurarak açığı kapatma yoluna giden bir mekanizmaya sahiptir. Bu nedenle emin olmadığımız konuları, muğlak bilgilerle doldurmayı tercih ederiz ve basit oyunlarla göz yanılgıları yaratmak çok kolaydır. Tüm bunlar, hastaların gördükleri rüyalar ve onların içeriği ile ilgili sözlerine güvenemiyor olmamızın temel nedenleridir.
- Hastaların Bireysel Farklılıklarından Doğan Sorunlar: Rüyalarla ilgili bir araştırma yapmanın bir diğer güçlüğü de, rüyaların kişiden kişiye değişen bir doğası olmasındandır. Kimi insan gördüğü rüyaların çok büyük bir kısmını hatırlarken, kimisi neredeyse hiçbirini hatırlamaz. Kimi çok berrak ve anlaşılır rüyalar görürken, kimi anlamsız ve soyut rüyalar görür. Kimi insan rüyalarını günlük yaşantısına bağlarken, kimi gelecekle ilgili mesajlar bulunduğuna ve anlamlar taşıdığına inanır. Araştırmalarda bunların aktarılması sırasında hastalar tarafından katılan yorumlar da araştırma sonuçlarını gerçekten saptırabilmektedir.
- Laboratuvar Ortamında Doğal Gözlem Zorlukları: Uyku deneyleri için laboratuvarlarda uyuması istenen insanlar, alışık olmadıkları bir ortamda uyurken, normalde olduğundan farklı bir psikolojik durumda olmaktadırlar. Çoğu uyku deneyinde, deneklerde rahatsızlık ve telaşlılık tespit edilmiştir. Bu da rüyaların tespitini zorlaştırmakta; tespit edilse bile veri güvenilirliğini düşürmektedir.
- İstatistiki Sorunlar: Genellikle uyku deneylerinde denekler üniversite veya klinik laboratuvarlarında uyumak zorunda kalırlar. Böylesi bir deneye gönüllü olacak yeterli sayıda insan bulmak oldukça zor bir iştir. Bu da istatistiki sorunları beraberinde getirmektedir.
- Teknolojik Sorunlar: Günümüzde rüya araştırmalarında Elektroansefalografi (EEG), Elektrookülografi (EOG) ve Elektromiyografi (EMG) kullanılarak beyin aktivitesi, göz hareketleri ve kas hareketleri takip edilir. Araştırmalar, genel olarak uykunun farklı aşamalarında uyandırılan insanların rüyalarından hatırladıklarıyla, bu elektronik aletlerden alınan bilgilerin kıyaslanması aracılığıyla yapılır. Ancak kullanılan her teknolojik ölçüm aracı, beynin her bölgesinden veri toplayamaz. Kimi cihazlardaysa ölçüm alınsa da, bu ölçümlerin hassaslık derecesi düşük olduğu için ufak değişimler kaydedilemez. Örneğin rüyalarla ilişkili olduğu bilinen locus coeruleus, raphe çekirdeği ve pedunkulopontin tegemental çekirdekte meydana gelen ufak değişimler EEG ile kaydedilemez. Yine de yapılan gözlemler, teknolojik sıkıntıların diğer problemlere göre daha etkisiz bir faktör olduğunu göstermektedir.
Günümüzde araştırmacılar rüyalar hakkında bilgi almak için doğrudan beyne ve sinirsel aktiviteye odaklanırlar. Bu yöntemler (şimdilik) rüyaların doğrudan fiziksel görüntüsünü ve niteliklerini aktaramıyor olsa da, araştırmalarda kullanılabilecek çok sayıda değerli bilgi verebilmektedir.
Yazımızın uykuyla ilgili kısımlarında açıkladığımız gibi, 1957 yılında yapılan araştırmalar, rüyalar uykunun REM (Rapid Eye Movement - Hızlı Göz Hareketi) evresinde görüldüğünü ortaya koymuştur ve bu durum günümüze kadar tekrar tekrar doğrulanmıştır. Ancak 1988 yılında yapılan bir diğer araştırma, rüyaların NREM evresinde de görülebileceği; ancak genellikle REM evresinde görüldüğü veya başladığını ortaya çıkarmıştır. NREM dönemde görülen rüyalar çok daha bulanık olarak hatırlanabilmektedir; nadiren REM'deki kadar parlak ve net hatırlanabilir olmaktadır. Bu durum da laboratuvar deneylerinde gözetilmektedir.
Rüyaların tespit edilmesi bir yana, tanımlanması bile sıkıntılıdır; çünkü henüz tam olarak hangi beyin bölgelerinin işbirliğinden doğduğu bilinmemektedir. Fakat tüm insanlar tarafından ortak olarak paylaşılan bu deneyimin göreli olarak güncel tanımlardan birini ünlü bilişsel sinirbilimci, psikolog ve filozof Antti Revonsuo 2000 yılında yapmıştır: "Rüya; uyku sırasında yaşanan, hayali bir bilince dayalı deneyimlerdir”. Ayrıca Revonsuo makalesinde eğer ki rüyaların işlevini ve evrimleşme nedenini anlamak istiyorsak, atalarımızın yaşadığı ortam ve koşulları çok iyi anlamamız gerektiğini de ortaya koyarak, rüya evrimi araştırmalarına yön vermiştir.
Kaynakça
https://tr.wikipedia.org/wiki/R%C3%BCya
https://terappin.com/blog/ruya-nedir
https://www.antalyapsikiyatrist.com/makaleler/ruyalar
https://www.memorial.com.tr/saglik-rehberi/rem-uykusu-nedir