SEN BENİM LANETLENMİŞ KUTSANMAMSIN
SONUNDA KOKLAYA KOKLAYA BİR ŞEYİ BULUP ÇIKARABİLEN BİR KÖPEĞE BENZERİM
Yaşamım boyunca sık sık bilmemin olanaksız olduğu bir şeyi ansızın bilmişimdir. Bu bilgiler bana sanki kendi düşüncemmişçesine gelir. Anneme de böyle olurdu. Ne söylediğinin bilincinde olmazdı. Sanki mutlak yetkisi olan bir ses tıpatıp gerçeğe uyan şeyleri ona söyletirdi.
Okul yılları
Annem iyi bir anneydi. Bir hayvanda olabilecek içgüdüsel bir sıcaklığı, dostluğu ve uyumluluğu vardı. Her şeyi can kulağıyla dinlemeye hazır, konuşmayı seven şişman bir kadındı. Konuşması kuş cıvıltısını andırırdı. Zevkliydi ve yüzeysel değildi. Edebiyatta yeteneği de vardı ama bu yetenek hiçbir zaman su yüzüne çıkmadı ve her zaman, iyi yürekli, konuksever ve çok iyi bir mizah yeteneği olan şişman ve yaşlı bir kadın görüntüsünün altında gizli kaldı. Bir insanın sahip olması gerektiği varsayılan tüm geleneksel düşünceler onda da vardı ama ara sıra bilinçdışı kişiliği ansızın ortaya çıkar, hiç umulmayan bir güçlülük sergilerdi. Kuşkusuz, hiç ödün vermeyen, karanlık ve dayatıcı bir kişilikti bu. İki ayrı kişiliği olduğuna kuşkum yoktu; bunlardan biri zararsız ve insancıldı, öbürüyse ürkütücü. Bu “öteki” kişiliği arada sırada su yüzüne çıkardı ama her çıkışı beklenmedik bir anda olur ve insanı korkuturdu. Böyle anlarda, kendi kendine konuşur izlenimi verirdi ama aslında bana hitap eder ve genelde söyledikleri öylesine içime işlerdi ki ağzımı açamazdım.
Anımsadığım kadarıyla, böyle bir durum ilk kez, ben altı yaşındayken oldu. O sırada komşularımız, üç çocukları olan varlıklı insanlardı. En büyük çocukları benim yaşımda bir oğlandı. İki de kızları vardı. Kentliydiler. Özellikle pazar günleri, çocuklara, bana çok gülünç gelen rugan ayakkabılar, kısa beyaz eldivenler ve dantel külotlar giydirirlerdi. Çocuklar hafta içinde bile her zaman ayna gibi parlar, saçlarının bir teli bile oynamazdı. Çok da kibardılar. Pantolonları yıpranmış, ayakkabıları delik, elleri kirli, kaba saba çocuğa yaklaşmamaya da özen gösterirlerdi. Annemin beni sürekli onlarla karşılaştırması ve bitip tükenmeyen öğütleri beni canımdan bezdirmişti. “Şu çocuklara bak!” derdi, “ne kadar da iyi yetişmişler. Çok da kibarlar. Sen adam olmazsın.” Bu tür sözler utanmama neden oluyordu. Bu nedenle, çocuklardan birine bir gözdağı vermeye karar verdim. Yaptım da. Annesi küplere bindi ve koşup anneme şiddete yönelik davranışımı onaylamadığını duygusal sözcükler kullanarak anlattı. Annem de, arada gözyaşlarına boğularak bana, o güne dek ondan duyduğum en uzun diskuru çekti. Oysa ben, suçluluk duymak bir yana, hayatımdan çok memnundum çünkü bana o yabancılara köyümüze ait olmadıklarını herhangi bir biçimde anımsatmışım gibi geliyordu. Annemin bu denli sinirlenmesinden etkilendiğim için eski piyanomuzun arkasında duran masama gidip tahta bloklarımla oynamaya koyuldum. Odada bir süre çıt çıkmadı. Annem her zaman oturduğu pencerenin kenarındaki yerine gitmiş, örgü örmeye başlamıştı. Sonra bir şeyler mırıldandığını duydum. Ara sıra kulağıma çalınan sözcüklerden, olayı düşündüğünü anladım ama şimdi farklı bir değerlendirme yapıyordu. Ansızın yüksek sesle, “Kuşkusuz, o bir batında doğanları baştan beri sahiplenmenin bir yararı yok,” dedi. Süslü püslü şebeklerden söz ettiğini hemen anladım. En sevdiği kardeşi avcıydı, köpek besler ve her zaman, köpek yetiştirmekten, piç köpeklerden, safkan köpeklerden ve bir batında doğan köpek yavrularından söz ederdi. Annemin de, o iğrenç çocukları beş para etmez köpek yavruları olarak gördüğünü ve bu nedenle beni azarlamasının çok ciddiye alınmaması gerektiğini anladım ama o yaşta bile, sessiz kalıp, zafer kazanmışçasına ortaya atılıp, “Gördün mü? Sen de benim gibi düşünüyormuşsun,” dememem gerektiğini anlayabiliyordum. Böyle bir şey yapsam, hemen, “Terbiyesiz çocuk! Nasıl olur da anneni numara yapmakla suçlarsın!” diye beni yadsıyacağını da. Bundan, şimdi anımsayamadığım böyle başka olayların da olmuş olabileceği sonucunu çıkarıyorum.
Bu olayı anlatmamın nedeni, giderek artan dinle ilgili kuşkularımın yanı sıra, annemin ikili kişiliğine ışık tutan başka bir olayın daha olması. Bir gün sofrada bazı ilahilerin çok sıkıcı olduğu ve bazı değişikliklerin yapılmasının iyi olacağı konuşuluyordu. O sırada annem, “Ah, canımın içi, sen benim lanetlenmiş kutsanmamsın,” diye mırıldandı. Her zaman yaptığım gibi duymazlıktan geldim ama zafer kazanmışçasına sevinçle bağırmamak için kendimi zor tuttum.
Annemin iki kişiliği arasında çok büyük farklar vardı. Bu nedenle, çocukken düşlerimde onunla uğraşırdım. Gündüzleri sevecen bir anneydi, geceleriyse ürkütücü. Öyle olduğunda, ayı ininde yaşayan, hem bir rahibe hem de garip bir hayvan olan bir kâhini anımsatırdı. Çok eskilere dönük ve acımasız; doğa ve gerçek kadar acımasız. Öyle anlarda benim “doğal zihin” dediğim olguyu yaşardı.
Kendimde de, bu arkaik yapıdan izler buluyorum. Üstelik her zaman hoş bir şey olmasa da bunun bir parçası olarak insanları ve her şeyi oldukları gibi görme yeteneğim var. Görmek istemediğim zamanlar aydınlığı örtüp kendimi sonsuza dek aldatabilirim ama gene de işin gerçek yüzünü her zaman bilerek. Bir süre aldatılabilen ama sonunda koklaya koklaya bir şeyi bulup çıkarabilen bir köpeğe benzerim. Bu “gerçeği görebilme” yeteneği içgüdüsel ya da başkalarıyla participation mystique denen birleşmenin sonucudur. Bireysel olmayan bir algılamayla gören “gözlerin arkasındaki gözler”dir bunlar sanki.
Bunu çok sonraları, bana garip şeyler olmaya başladığında anladım. Örneğin, bir kez tanımadığım bir adamın yaşamöyküsünü anlattım. Karımın bir arkadaşının düğünündeydik. Ne gelini ne de ailesinden kimseyi tanıyordum. Yemekte, bana avukat diye tanıştırılan uzun sakallı hoş bir bey vardı. Suçlu psikolojisiyle ilgili hararetli bir konuşmaya dalmıştık. Bir sorusunu daha iyi yanıtlayabilmek için tüm ayrıntılarını kattığım bir öykü uydurdum. Öyküyü anlatırken, adamın yüzündeki ifadenin değiştiğini ve masaya sessizlik çöktüğünü fark ettim ve ne yapacağımı bilemediğim için sustum. Neyse ki, sıra tatlıya gelmiş olduğu için kısa bir süre sonra masadan kalkıp otelin lobisine gidebildim ve orada, bir köşeye çekilip olanları düşünmeye çalıştım. O sırada, konuklardan biri yanıma geldi ve, “Böyle bir patavatsızlığı nasıl yaparsın!” diye beni kınadı. “Patavatsızlık mı?” diye sordum. “Evet, o anlattığın neydi öyle?” dedi. “Tümünü uydurdum,” dedim.
Karşımda oturan adamın öyküsünü tüm ayrıntısına dek anlattığımı öğrendiğimde hem çok şaşırdım hem de dehşete düştüm. O anda anlattıklarımın tek bir sözcüğünü bile anımsayamıyordum. Bugüne dek de, bir daha anımsayamadım. Heinrich Zschokke, Eine Selbstschau’da buna benzer bir olay anlatır: Bir handa hırsızlık olayını içsel gözüyle gördüğü için kimsenin tanımadığı bir gencin hırsız olduğunu anlamış.
Yaşamım boyunca sık sık bilmemin olanaksız olduğu bir şeyi ansızın bilmişimdir. Bu bilgiler bana sanki kendi düşüncemmişçesine gelir. Anneme de böyle olurdu. Ne söylediğinin bilincinde olmazdı. Sanki mutlak yetkisi olan bir ses tıpatıp gerçeğe uyan şeyleri ona söyletirdi.
Annem yaşıma göre zihinsel açıdan çok ileri olduğumu düşündüğü için benimle her zaman bir yetişkinle konuşur gibi konuşurdu. Beni sırdaşı gördüğü ve babama söyleyemediği sorunlarını bana anlattığı belliydi. Beni çok kaygılandıran, babamla ilgili bir konuyu bana açtığında on bir yaşındaydım. Uzun bir süre ne yapacağımı bilemedim. Sonunda, çok etkin bir insan olduğunu duyduğum babamın arkadaşlarından birine danışmaya karar verdim. Anneme haber vermeden bir gün okul çıkışı kente inip adamın evine gittim. Kapıyı açan hizmetçi evde olmadığını söyledi. Canım çok sıkıldı ama çaresiz eve döndüm. Neyse ki, evde değilmiş çünkü bir süre sonra annem o konuya bir kez daha değindi, ama çok daha değişik ve ılımlı bir yaklaşımla. Böylece, konu önemini yitirmiş oldu. Bu beni çok etkiledi. “Amma da aptalmışsın! Aptalca ciddiyetin yüzünden neredeyse bir felakete neden oluyordun,” diye düşündüm. O günden sonra, annemin söylediği her şeyin ancak yarısını ciddiye almaya karar verdim. Bu da düşündüklerimi ona açmamı engelledi.
Oysa arada sırada ikinci kişiliği ansızın ortaya çıktığında söyledikleri öylesine doğru ve isabetli oluyordu ki çok sarsılıyordum. Annem o durumunu sürdürebilseydi olağanüstü bir sırdaş edinebilirdim.
Babamla durum farklıydı. Dinle ilgili açmazlarımı ona anlatıp önerilerini almak isterdim ama bulunduğu mevkiye saygısından, bana vermek zorunda kalacağı yanıtları zaten bildiğimi düşünüyordum. Varsayımlarım da kısa bir süre sonra doğrulandı. Hıristiyanlığa kabul edilme törenim için sahip olmam gerekli bilgileri bana babam veriyordu ve sıkıntıdan patlıyordum. Bir gün, Hz. İsa’yla ilgili verilen duygu yüklü, sıkıcı ve genelde çok da anlaşılamayan bilgilerin arasında işe yarar bir şeyler bulur muyum diye İlmihal’i karıştırırken, “Tanrı, İsa ve Kutsal Ruh” üçlemesinden söz edilen yeri buldum. O bölüm ilgimi çekti çünkü aynı zamanda üçlü olan bir bütünden söz ediliyordu. Çelişkinin yarattığı sorun ilgimi öylesine artırdı ki bu sorunsala geleceğimiz ânı iple çeker oldum. Oysa sırası geldiğinde babam, “Burasını atlıyoruz çünkü bundan hiçbir şey anlamıyorum,” dedi. Babamın dürüstlüğüne hayran kaldım ama büyük bir düş kırıklığını da önleyemedim. “Bak işte! Bu konuda hiçbir şey bilmiyorlar, sorgulamak zahmetine de girmiyorlar. Bu durumda onlara gizimi nasıl açarım?” diye düşündüm.
Düşünmeye yatkın birkaç okul arkadaşımı yokladım ama boşuna. Yanıt alamadığım gibi beni uyaran bir tepkisizlikle de karşılaştım.
Çok sıkılmama karşın, babamın tutumuna benzer bir tutumla, anlamadan inanmaya çaba göstererek son umudum olan Hıristiyanlığa kabul edilme törenine hazırlanmayı sürdürdüm. Bu tören benim gözümde bundan, yani, 1890-30=1860 yıl önce ölen Hz. İsa’yı anma amacıyla yenen bir yemekten öte bir şey değildi. “Alın, bunu yiyin! Bu benim bedenimdir,” gibi sözler etmişti. Demek ki, törensel ekmeği onun aslında insan etinden oluşan bedeni niyetine yiyecek, aslında kan olan şarabı da içecektik. Bunun onu kendimizin bir parçasına dönüştürmek anlamına geldiğini anlayabiliyordum ama bu bana öylesine olanakdışı geliyordu ki! Gene de, babamın çok değer verdiği törende çok büyük bir gizem olduğundan ve benim de ancak törene katılmakla bu gizemin bir parçası olabileceğimden kuşku duymuyordum.
Geleneğe göre, kilisenin bakımıyla ilgilenen komisyonun bir üyesi manevi babam oldu. Sessiz, yaşlı bir adamdı. Sevimliydi de. Tekerlek yapardı. Sık sık atölyesine gider, becerisini büyük bir hayranlıkla izlerdim. Redingot ve silindir şapka giymiş olduğu için görünümü çok ciddileşmiş olarak geldi ve beni kiliseye götürdü. Babam her zamanki rahip giysisi içinde mihrabın arkasında durmuş, dualar okuyordu. Mihrabın üzerini kaplayan örtünün üzerine küçük ekmek parçacıklarıyla dolu tepsiler konmuştu. Ekmeklerin, genelde yavan ve iyi kabarmamış ekmek yaptığı bilinen fırınımızdan geldiğini görebiliyordum. Kurşun ve kalay alaşımından yapılma bir sürahiden, gene bu alaşımdan yapılma bir çanağa şarap döküldü. Babam bir parça ekmek yedi, hangi meyhaneden alındığını bildiğim şaraptan bir yudum içti ve çanağı yaşlılardan birine verdi. Hepsi donuk ve ciddi duruyordu. Bana çok da ilgili görünmediler. Heyecan içinde onları izliyordum ama yaşlıların içinden sıra dışı bir şeyler geçtiğini ne görebildim ne de varsayabildim. Vaftiz ve cenaze törenleri gibi kilisede olan olaylardan daha değişik bir yönü yoktu bu törenin. Gördüğüm, orada geleneklere uygun bir törenin doğru bir biçimde uygulanmasıydı. Babam da, en çok her şeyin kurala uygun olmasını önemsiyor gibi geldi bana. Uygun sözcüklerin vurgulanarak söylenmesi ya da okunması da kuralın bir parçasıydı. Diğer anma törenlerinde her zaman vurgulanmasına karşın, bu törende İsa öleli 1860 yıl olduğu üzerinde durulmadı. Ne hüzün ne de sevinç vardı törende. Anılan kişinin olağanüstü önemi düşünüldüğünde, bu kutlama çok yavan kalıyordu. Hele dinle ilgisi olmayan kutlamalarla karşılaştırılacak hiçbir yönü yoktu.
Derken sıra bana geldi. Ekmek yedim. Tahmin ettiğim gibi çok tatsızdı. Şaraptan bir yudum içtim. Sulu ve biraz da ekşiydi. En iyi cinsten olmadığına kuşku yoktu. Sonunda, sıra en son duaya geldi. İnsanlar hüzünlenmiş mi, yoksa sevinmiş mi olduklarını belli etmeden dışarı çıktılar. Yalnızca yüzlerinde, “İyi, bu da oldu bitti işte” der gibi bir ifade vardı. Babamla eve yürüdük. O zamanla bir redingota dönüşeceğini çok iyi bildiğim siyah yeni bir takım elbise ve yeni bir fötr şapka giymiştim. Ceketin arkasında iki küçük kuyruk, kuyrukların arasında da ergin bir erkek olmanın bir simgesi olduğunu düşündüğüm mendilimi koyabileceğim gizli bir cep vardı. Sosyal açıdan yükseldiğimi ve açıkça söylenmese de erkekler topluluğuna kabul edildiğimi varsayıyordum. O günkü pazar yemeği de her zamankinden daha iyiydi, yeni giysilerimi sırtımdan çıkarmadan akşama kadar dolaşma iznim de vardı. Bunlara karşın, içim boştu ve ne düşünmem gerektiğini bilemiyordum.
Aradan birkaç gün geçtikten sonra, aslında hiçbir şey olmadığını anlayabildim. Dinsel katılımın son noktasına ulaşmış ve ne olduklarını tam bilmediğim bir şeylerin olacağını sanmıştım. Oysa hiçbir şey olmamıştı. Tanrı’nın bana ateşten ya da dünya dışı ışıktan oluşan duyulmamış şeyler yapabileceğini biliyordum ama o törende tanrısal hiçbir şey yoktu; en azından benim açımdan. Onunla ilgili sözler söylenmişti ama sözde kalmıştı. Başkalarının arasında, Tanrı’nın özünü oluşturduğunu varsaydığım ne o büyük umarsızlığı ve o coşkulu sevinci ne de insanı saran inayeti yaşamış, bütünleşmiş bir topluluk olduğunu gösteren en ufak bir belirti bile görememiştim. Ama kiminle? İsa’yla mı? İyi de o 1860 yıl önce ölen bir insandı yalnızca. Bir insan neden onunla bütünleşsin ki? Ona Tanrı’nın oğlu deniyordu. Demek ki, Yunan kahramanları gibi bir yarı tanrıydı. O sıradan bir insan, onunla nasıl bütünleşebilirdi ki? Buna Hıristiyan dini deniyordu ama benim yaşadıklarımdaki Tanrı’yla bunun hiçbir ilgisi yoktu. Öte yandan, insan İsa’nın Tanrı’yla bir bağlantısı olmuştu. Tanrı’nın iyi ve sevecen bir baba olduğunu öğrettikten sonra Getsemani’de çarmıha gerilirken acı çektiğine göre, o da Tanrı’nın ürkünçlüğünü görmüş olmalıydı. Bunu anlayabiliyordum ama tatsız ekmek ve ekşi şarapla yapılan bu acınası tören de neyin nesiydi? Giderek bu dine kabul edilme töreninin benim için felaket bir deneyim olduğunu düşünmeye başladım. Boş gelmişti; daha da kötüsü tam bir kayıp olmuştu. Bir kez daha böyle bir törene katılamayacağımı anlamıştım. “Dine benzer bir yanı yok bunun,” diye düşündüm. “Tanrı yok orada. Kilise benim gideceğim bir yer değil. Orada yaşam yok, ölüm var.”
Babam için yüreğim sızlıyordu. Birdenbire mesleğindeki ve yaşamındaki dramı anlamıştım. Varlığını kabul edemediği bir ölümle savaşıyordu. Onunla benim aramda bir uçurum açılmıştı; kapanması da olanaksızdı çünkü sonsuza dek sürecekti bu. Verici bir insan olan ve birçok şeyi benim kararıma bırakıp beni hiçbir şey yapmaya zorlamayan sevgili babamı ilahî bir inayetin varlığını kavrayabilmek için gerekli olan umarsızlığa ve başkaldırıya itmem olanaksızdı. Bunu ancak Tanrı yapabilirdi. Bunu yapmaya hakkım yoktu çünkü bu insanca olmazdı. “Tanrı insan değildir,” diye düşünüyordum. “Büyüklüğü insan olmamasında yatar. Aynı anda hem iyi hem de ürkünçtür ve bu nedenle herkes doğal olarak bu büyük tehlikeden kendini korumaya çalışır. İnsanlar yalnızca onun sevgisine ve iyiliğine sığınırlar çünkü onun akıl çelici ve yok edici yönüne kurban düşeceklerinden korkarlar. Bunu İsa da fark ettiği için, bizi özenmekten koru, demiştir.”
Anladığım kadarıyla, Kilise’yle ve insanlarla olan bağım kopmuştu. Bana yaşamımın en büyük yenilgisine uğramışım gibi geliyordu. Evrenle olan tek anlamlı ilişkimi oluşturduğunu düşündüğüm dinsel görüş paramparça olmuştu. Artık genel inanca katılamazdım. Kendimi ifade edebilme olasılığım olmayan bir durumla karşı karşıya, kimselere açamayacağım gizimle de baş başa kalmıştım. Ürkünçtü bu; daha da kötüsü, şeytanca bir alaydı; bayağı ve gülünçtü.
Düşünmeye koyuldum: Tanrı’yı nasıl algılamak gerekliydi? Ne Tanrı kavramını ve katedrali ne de üç yaşında gördüğüm düşü ben uydurmuştum. İkisi de, benimkinden daha güçlü bir iradenin yaptırımlarıydı. Bundan doğa mı sorumluydu? Oysa doğa, Yaratıcı’nın iradesinin sonucundan başka bir şey değildi. Şeytan’ı suçlamanın da bir anlamı yoktu, çünkü o da Tanrı tarafından yaratılmıştı. Yalnızca Tanrı gerçekti; yok edici bir ateş ama aynı zamanda, tanımlanamaz bir inayetti o.
Dine kabul edilme töreninin başarısızlığına ne demeli? Bu benim mi suçumdu? Ona çok ciddi hazırlanmış, aydınlacağımı ve inayete mazhar olacağımı sanmıştım. Oysa hiçbir şey olmamıştı. Orada Tanrı yoktu. Üstelik de Tanrı uğruna babamın ve de herkesin inancından kopmuştum. Onlar Hıristiyanlığı temsil ettikleri sürece ben dışta kalacak biriydim. Bu düşünce beni, üniversiteye başlayana dek yaşamımı karartacak denli üzdü.
Carl Gustav Jung
Anılar, Düşler, Düşünceler (Otobiyografi)