Sığınacak Bir Yerdir Yazı
Hatırladığım ilk yazım bir şiirdi. Amerika’da lisede ikinci senemdi. Şiirim öğrenciler gittikten sonra boşalan koridorlardan birini anlatıyordu. Yerleri silen bir hademe vardı. O şiiri yazdıran görüntü hala zihnimde. Üzüldüğümü hatırlıyorum, derin bir hüzün hissetmiştim o boşalan bina için. Sanırım o koridor ve bende tetiklediği şiir, o yıllarda hem ergenliğin sancılarının, hem sürekli farklı ülkelerde yaşamanın getirdiği köksüzlük hissinin, bırakıp gittiğim ve yasını tutamadığım dostlukların, bıraktığım bir çok şeyin dile gelmesiydi. 1979’da yazdığım bu şiiri benim ilk yazdığım şiir olarak kabul edersek, kırk dört yıldır yazıyorum demektir. Ama ben çok daha uzun süredir yazdığımı biliyorum. O şiirden önce kağıdı kalemi alıp bir şeyler yazmış mıydım hatırlamıyorum, ama hayatım boyunca hikâyeler yazdığımı biliyorum. Gençliğimde ve çocukluğumda kendime anlatırdım, büyüdükçe ve yazarlık atölyeleri düzenlemeye başladıkça da başkalarına hikâyeler anlattım, onların hikâyelerini dinleme şansım oldu. Hâlâ en çok da hikâyeleri seviyorum.
Bir Kapadokya gezisinde hayatımda karşılaştığım en sıkıcı rehber eşliğinde mağaraları geziyorduk. Duvarlarında resimler olan küçük bir mağaraya girmiştik ve rehberimiz tekdüze bir sesle bize mağaraların yağmalandığını, duvardaki resimlerin kötü restore edildiğini, hangi boyanın daha iyi olacağını anlatırken daha fazla dayanamayıp kendimi dışarı atmıştım. Aşağıdaki vadiye bakan bir korkuluğa dayanmışken yanıma bir çift ve rehberleri geldi. Rehber kolunu havada aşağıdaki vadinin üzerinden yavaşça geçirip çifte “Burada o zamanlar yaşadığınızı hayal edin..” demişti. “Şurada, sol tarafta patates yetişirdi. Tam şurada…” Parmağıyla vadinin karşısında boş bir alana işaret etti. “O zamanlar buradan bir nehir akardı.” Hepimiz aşağıdaki vadiye baktık. Kadınların o nehirde çamaşırlarını yıkadıklarını anlattı. Bu sefer ters yöne işaret ederek “Bakın!” dedi. Hepimiz parmağıyla işaret ettiği yere çevirdik bakışlarımızı. “Şu yolu görebiliyor musunuz?” Ağaçların arasından aşağıya kadar inen doğal oluştuğunu tahmin ettiğim ince bir toprak yol gördüm. “O yolu kullanırlardı.” Bir süre hepimiz o yola baktık, kadınlar çıkıp gelecekmiş gibi. “Saatlerce burada çamaşır yıkar, dedikodu yaparlardı. Kadınların sosyalleştiği yerdi burası.” Sonra yanımdan geçip tura devam ettiler.
Eski taşlar görmek ya da kullanılan boyaların iyi olup olmadığını dinlemek istemiyordum. Bir hikâye istiyordum. İçinde kaybolabileceğim, başka bir zamana beni götürecek bir hikâye arıyordum. Hikâyelerin böyle bir gücü vardır. Bizi geçmişe götürebilir, eski hikâyelerimize başka bir yerden baktırabilir, daha olgun, daha deneyimli farklı bir yaşın bakışıyla yeniden yazdırabilirler. Geçmişi anlamlandırabilir, bugün yaşadıklarımızı anlamamızı sağlar ve paylaşıldıklarında da başka yaşamları zenginleştirebilir, okuyana başka bir yaşam, farklı deneyimler yaşatabilir. Bir kaç bin kelimeyle hem anlatana hem dinleyene yeni bir anlam yaratma fırsatı vererek hepimizin birbirimize daha anlayışla, daha şefkatle yaklaşmamızı sağlayabilirler.
Yazmayı seviyorum. Yazmak benim sığındığım yer. Yazdığımda, dünyanın sesleri susuyor ve kendi sesimi duyabiliyorum. Yazdıkça kim olduğumu, dünyayla nasıl bağ kurduğumu, onu nasıl karşıladığımı anlamaya başlıyorum. Anılarını ele aldığı kitabında yazar Amy Tan, yazıda kendiyle karşılaşmaktan bahseder. Bunu ilk okuduğumda vurulmuştum. Bazı zamanlar vardır, belki bir saattir yazıyorum, çok da kötü gidiyor. Hiç bir yere bağlayamadığım, içinden bir hikâye tohumu bile çıkartamayacağım şeyler yazarken bir anda kendimi görürüm. Oradayım. Yazıda karşılaşırım, kendimle, gerçeğimle, Şaşırtır beni bu karşılaşma. O an öyle bir gerçek durur ki karşımda, kendimle ilgili değil sadece, hayatla ilgili, insan olmakla ilgili çok önemli bir gerçeği tam anlamıyla kavradığımı hissederim. Amy Tan’ın dediği gibi, bu şeylerin bilimsel bir açıklaması yok. Varsa da benim ne haberim ne de ilgim var. Biz yazanlar, siz ve ben neden bahsettiğimi çok iyi biliyoruz.
Babamın “Edebiyatta para yok kızım” diyerek beni okumaya yönlendirdiği İşletme, İletişim, İktisat fakültelerini hiç sevmeyip, belki de isteksizlikten başarısız olunca 1982 yılında başladığım üniversite hayatımı altı yıl sonra 1988 yılında George Mason Üniversitesinden İngiliz Dili ve Edebiyatı ve Yaratıcı Yazarlık diplomasını alarak mezun oldum. Bir kaç yıl sonra da İngilizce Öğretmenliği üzerine yüksek lisansımı tamamladım. İngilizce okumayı, yazmayı, dili incelemeyi seviyordum ama en çok hikâyeleri seviyordum. Lisans eğitimim, psikoloji, felsefe, sosyoloji, sanat gibi konuları da katarak bana çok sağlam bir alt yapı verdi. Mezun olduktan sonra yazmak üzerine sayısız kitap okudum, hem yüz yüze hem online bir çok atölyeye katıldım. Bir zamanlar email atölyeleri vardı, onlara da katıldım. Podcastler, YouTube çıktı ve normalde tanışamayacağım yazarlarla tanıştım, onları dinledim, romanlarını, kitaplarını okudum. Gerçekten yazımı değiştiren, güçlendiren iki hocam oldu. Onlar yayınlanmış yazarlardı ama bizimle çalışırken hiç bir zaman hedefimiz bu olmadı. İyi yazılanlar yayınlanırdı zaten. Teorileri lisans eğitimi verdi bana ama yazmayı sonra öğrendim. Fazla teori yaratıcılığı kurutur, basma kalıp, herkesi mutlu edeceğine, beğeni alacağına inandığın kuru hikâyeler çıkartır, biraz da bilmişlik taslamaya yöneltir. Kitapları konuşurken hayatı değil de edebiyatı konuşuyorsak orada bir sorun olduğunu o hocalarım bana öğretti. Teknik ve teoriyi bir edebiyat dersi anlatacak kadar bilmek değil, yazmak için yaşamak, yaşama katılmak ve gözlemlemek gerektiğini anlattılar hep. Teorik bilgi hiç önemli değil, teknik gereksiz asla demiyorum. Ama bunlara sığınmak, bilince iyi yazacağını sanmak, yazara sahte bir güven duygusu verir ve anlatabileceği gerçek hikâyelerden onu uzaklaştırır. Yazmak için bir hap, kolay bir formül yoktur. Yazmak üzerine iki kitabım ve bir de küçürek öykülerden oluşan bir kurgu kitabım yayınlandı, son onyedi yılda binlerce yazar adayıyla çalıştım, çok hikâye dinledim. Yazdıkları üzerinde çalıştık ve hep hayatı konuştuk, onların hayatını, insan davranışlarını, o yazmaya çalıştıkları şeyi neden yazmak zorunda hissettiklerini konuştuk. Bunları kavramadan teknikler, teoriler hep kısa kalır.
Bu bir tutkudur.